24 Kasım 2010 Çarşamba

Öğretmen misiniz?


24 Kasım geldi ya, gün boyunca öğretmenlerin durumu, yaşam koşulları, gereksinimleri vb. bir dolu istatistik gözümüze sokulur artık. Şüphesiz ki durum vahimdir; öğretmenlerin koşulları iyi değildir, sözleşmeli öğretmenlerin durumları kötüdür, dershane öğretmenlerinin durumu daha da kötüdür. Bunlar üzerinde herkes hemfikir, kimsenin itirazı olamaz. Peki ya öğretmenlerin mesleki yeterliliği nasıl, bu alanda durum nedir? Öğretmenlerin ultra övgülere tabi tutulacağı bugün, bu yazı olaya biraz farklı açıdan bakmaya çalışsın.

Hep düşünmüşümdür; eğer sıradan bir çocuktan bahsedersek, bir mahalle muhtarı bir validen, bir belediye başkanı bir başbakandan, bir öğretmen bir cumhurbaşkanından çok daha fazla etkileyebilir bir çocuğun hayatının alacağı şekli. Evet; vali istediği kadar en yetkili idari amir olsun, muhtarın mahalleye yaptıracağı iki basketbol potası, bir çocuk için çok çok daha önemlidir. Başbakan istediği kadar bu ülke benim havalarında dolaşsın, bir belediye başkanının ilçeye kuracağı kültür merkezi, çocuğun hayatına doğrudan etki edebilir. Cumhurbaşkanı istediği kadar bu ülkenin en yüksek rütbeli adamıyım diye kasım kasım kasılsın, bir öğretmenin öğrenciyi doğru alanlara yönlendirmesi, o öğrencinin hayatına çok daha derinden etki eder, onun yaşamına yön verir.

Mahalledeki potayı gören çocuk, o potada basketbol oynarken vali mi gelecek aklına? Daha küçük yaşlarda basketbola başlayabilmenin etkisiyle, belki ileride çok iyi bir basketbolcu olacak, olmasa da en azından bir meziyet kazanmış olacak; muhtar sayesinde. Bir kültür merkezinde izlediği oyundan etkilenen bir çocuğun aklına başbakan mı gelir? Belki de izlediği oyundan etkilenecek, öyle bir oyun yazabilmeyi hayal ederek kendini o yönde geliştirecek. Ya da öyle bir oyunda oynayabilmeyi hayal edecek ve tiyatroya yönelecek; başbakan da kim oluyor, o kültür merkezini yapmayı akıl eden belediye başkanı varken? Öğretmeninin kendisindeki yeteneği keşfetmesiyle müziğe yönelen bir öğrenci için, cumhurbaşkanı da kimmiş? O noktadan sonra öğretmenidir onun cumhurbaşkanı, hatta annesi, babası.

Muhtarı ve belediye başkanını günün anlam ve önemi gerekçesiyle bir kenara bırakırsak, yukarıdaki şartlara uygun, belli bir vizyon sahibi, idealist, kendisini öğrencisinin gelişebilmesine adayan, ondaki değerli yanları ortaya çıkartan, daha doğrusu ondaki değerli yanları ortaya çıkartabilme kapasitesi olan, kaç tane öğretmen vardır bu ülkede? Herkesin yolu az çok bu ülkenin okullarından geçmiştir, sorunun yanıtını herkes kendince verebilir. İşte öğretmenler günü, bunların da düşünülmesi gereken gündür.

Yazının başında da belirttim; mutlaka sorunlar büyüktür, şartlar zordur. Ama bir gerçeği kabul etmek gerekirse, öğretmenlerimizin de durumu pek iç açıcı değildir. Sınıf öğretmenlerinin tek derdi okumayı yazmayı öğretmekse, branş öğretmenlerinin tek derdi o günkü konuyu anlatıp gitmekse, müzik öğretmenlerinin tek derdi notaları ezberlettirip birkaç marş söyletmekse, beden eğitimi öğretmenlerinin tek derdi takla attırdıktan sonra sınıfı serbest bırakmaksa, resim öğretmenlerinin tek derdi ağaçlar ve bulutlarsa... İşte öğretmenler günü, bunların da düşünülmesi gereken gündür.

Şu beden eğitimi öğretmenleri mesela. Dört yılda bir, olimpiyatlarda ülkece rezil olurken, hiç kendilerinde suç bulurlar mı acaba? Kendilerini sorumlu hissederler mi bu durumdan? "Yahu her gün benim önümden yüzlerce öğrenci geçiyor, bunların arasından hiç mi herhangi bir spor dalında yetenekli öğrenci yok, hiç mi belli bir spor dalına yönlendirilebilecek öğrenci yok, hiç mi milli takıma girebilecek öğrencim yok" diye düşünürler mi acaba? Yoksa ertesi gün de bir iki jimnastik hareketinden sonra, "Haydi çocuklar, serbestsiniz" mi der; ekranda Çinli sporcuların hemen hemen her dalda aldıkları madalyaları izlerken.

Şu müzik öğretmenleri mesela. Bu ülkede yer etmiş zevksizlikleri, yerlerde sürünen müzik kalitesini gördükçe hiç sorumluluk hissederler mi acaba? Kaç öğrencisinde bir yetenek keşfetmiştir de, onu konservatuara yönlendirmiştir? Kaç öğrencisini bir enstrüman çalmaya teşvik etmiştir? Yoksa çok güzel şeyler tabii, nota öğretip marş söyletmek; büyük beceri ister!

Şu resim öğretmenleri mesela. Sergileri ne kadar takip ederler, sergilere ne kadar gezi düzenlerler, öğrencilere bu alışkanlıkları aşılama gibi bir dertleri var mıdır? Herhangi bir sergide gördükleri bir resimi değerlendirebilme yeteneğini öğrencilerine kazandırabilirler mi, ya da öyle bir yetenek kendilerinde var mıdır? Yoksa onlar için, kağıtta ağaç ve bulutların doğru yerlere koyulması, daha mı önemlidir?

Şu sınıf öğretmenleri mesela. Genelde orta yaşın üstü kadınlardır bunlar. Okuma-yazma öğretirler, toplama-çıkarma öğretirler, hayat bilgisi öğretirler. En önemli sosyal aktiviteleri, öğretmenler odasında dedikodu yapıp, okul aile birliğinin düzenlediği gezilere filan en önden katılmaktır. Altın günlerini pek severler. Aslına bakarsanız, çoğu öğretmen gibi ev kadınlığından bozma birer öğretmendirler. Çoğunda vizyon yoktur, belli bir amaçları yoktur, koskoca beş yılı birlikte geçirdikleri öğrencilerine de katacakları herhangi bir şey yoktur. Ne bir kitap okuma alışkanlığı, ne de başka bir sosyal özellik.

İşte branş öğretmenleri. Küçük küçük kızlarımız, üniversitelere gittiler, dört yıl boyunca bölümlerini okudular. O da yetmedi bir de üstüne formasyon eğitimlerini aldılar. KPSS'lere girdiler. Sonra da oturdular evlerinde atama yapılmasını beklediler. Bazılarının ataması yapıldı, bazıları beklemeye devam etti. Ataması yapılanlar sözleşmeli öğretmen oldu, hayatın çetin yüzüyle karşılaştı. Ataması yapılmayanlar KPSS'de derin ilişkiler gördü. Haksızlığa uğradı, itiraz etti. Evet, o dört yıllık üniversite hayatları boyunca, okulundaki eylemlere, okulundaki  protestolara bir kez bile katılmayan, hatta eylem yapan öğrencilere burun kıvıran bu Fen-Edebiyat fakültesi öğrencileri, bu küçük küçük kızlar; bir de bakmışsınız örgütlenmiş, eylem yapıyorlar, protesto ediyorlar, sözleşmeli değil kadrolu olmak istiyoruz diyorlar, KPSS'de cemaat soruları çaldı diyorlar, direneceğiz diyorlar. Yok canııım, başlarına geldiği için değil, özlerinde çok anarşik bir yapıları vardır zaten, o yüzden! Günaydın canım, günaydın.

Ne demişti Çöpçüler Kralı'nda Kemal Sunal, kendisine çöpçülüğü bırak şarkıcı ol diyenlere: "Deli misin be, belediyeden sağlam kapı mı var? Emekliliği var, sigortası var, yılda iki takım elbise..." Heh işte, bizim öğretmenlerimiz için, bizim küçük küçük kızlarımız için de, çöpçü Apti'nin bu sözleri cuk oturur. Hatta daha da fazlası. Hafta içi en az bir gün boş, en az üç ay tatil, anne-baba sağlık güvencesine girer, çoğu yerde indirim, emekliliği var, sigortası var, yılda iki takım elbise... Onlar için bu güvenceler sağlandı mı mesele tamamdır. Bu noktadan sonra ne bir kendini yetiştirme çabası, ne de bir kendini güncelleme gereksinimi duyarlar. Yılda iki takım elbisesi tamam mı, tamam.


Şüphesiz çok daha fazlasına layıktır öğretmenler; ama hangi öğretmenler?

Eminim herkesin eğitim hayatı boyunca unutamadığı öğretmenleri olmuştur. Onlar da zaten yukarıdaki olumsuz özelliklere uymayanlardır genelde. Benim de var böyle öğretmenlerim tabii ki. Ama onlarca öğretmenle karşılaşmış olmama rağmen, aklımda kalan bir ya da iki tanesidir; onlar da istisnadır. Genel anlamda bakıldığı vakit, olay maalesef bundan ibarettir. Aşağıdaki linkte de, bu istisna öğretmenlerden bir tanesi vardır, onun gibilere selam olsundur.

http://webtv.hurriyet.com.tr/2/11424/0/1/iste-gitarin-sultanlari.aspx

Uzun lafın kısası, önemlidir öğretmenler; hem de cumhurbaşkanlarından bile önemli...

16 Kasım 2010 Salı

Bu Bir Bayram Yazısı Değildir; Bu, İncecik Bir Veda Havasıdır


Henüz fazla büyümüş sayılmazdım, ama küçük de değildim. Az da olsa hatırlıyorum. Bir adam vardı, eline mikrofonu alıp birkaç şey söyledi. Sonra salondan yuh sesleri filan geldi, o aldırmadı, şarkısını söyledi. Salondan yuh sesleri gelmeye devam etti, o yine aldırmadı, şarkısını bitirdi ve yerine oturdu. Salondan yuh sesleri çatal-bıçak eşliğinde gelmeye devam ediyordu, o, oturduğu yerden gülümsemekle yetindi. Ama baktı olmayacak, terketti; bir daha dönmemecesine, bir daha dön-e-memecesine.

Ben henüz yaşananlara, kişilerin, kurumların ya da olayların ekseninde bakabilecek kadar bilinçli değildim. O sırada dikkatimi çeken tek şey, o çatal ya da bıçakların, o adamın ya da karısının gözüne geldiğinde canlarının çok yanacak olmasıydı. Ve buna rağmen o adamın eliyle veya başka bir yeriyle herhangi bir şekilde yüzünü kendisine fırlatılanlardan korumaması, çok garibime gitmişti. Ya gözüne gelseydi?


Sonra büyüdüm, büyüdüm. İki çatal ya da üç bıçağın o adamın gözüne gelmesinden korkmamın boşa olduğunu anladım, ama aynı zamanda o adamda daha büyük yaralara sebep olacak şeylerin olduğunu da anladım. Artık kişiler de, kurumlar da, olaylar da çok şey ifade ediyordu benim için.

O geceyi tekrar tekrar izledim. Serdar Ortaç denen ibişin, büyük bir kahramanlık örneği göstererek Ahmet Kaya'nın gözüne baka baka Onuncu Yıl Marşı okumasını izledim. Ercan Saatçi denen çakma şarkıcının, Ahmet Kaya'ya salyalar saçarak hakaretler etmesini izledim. Mahsun Kırmızıgül denen çakma yönetmenin, kalabalığa karşı durmak bir yana, onlarla birlikte hareket edişini izledim. Erdal Acar denen büyük Türk ve büyük doğa katliamcısının, nasıl da kaplan kesildiğini izledim. Salonda davetli olan birçok katılımcının, faşoluğun doruklarında gezerlerken, Onuncu Yıl Marşı eşliğinde karşı masaya çatal-bıçak sallarlarken, nasıl da orgazm olduklarını izledim. Küfrettim, küfrettim.


Sonra garsonları gördüm. Garsonlar; belki aşk acılarını, belki günde 12 saat çalışmışlıklarını, belki etnik kimlikleri yüzünden aşağılanmışlıklarını onlara unutturan, söylediği şarkılarıyla kimi zaman memleket hasretlerini, kimi zaman yürek yangınlarını, kimi zaman da tüm yorgunluklarını dindiren bu adamı korumaya çalışıyorlardı. Belki de Ahmet abilerine karşı olan vefa borçlarını ödüyorlardı o gece; üstlerine doğru gelen sivri cisimlere kendilerini siper ederek.

Sonra birkaç namuslu gazeteci gördüm; yaşanan faşoluğa karşı onurlu bir davranış göstermiş ve olası bir lince karşı Ahmet Kaya'yı çembere almış gazetecileri. Sonra Ajda Pekkan'ı gördüm, büyük Türk gençleri ağızlarından salyalar saçarak sahneyi yuhalarlarken, korkusuzca, etrafına aldırmadan Ahmet Kaya'nın şarkısına eşlik eden Ajda Pekkan'ı. Savaş Ay'ı gördüm, Ahmet Kaya'yı garsonların da yardımıyla salondan kaçırmaya çalışan Savaş Ay'ı.

Hepsini gördüm, herkes gördü. Kürtçe kaset yapacağını söyleyen Ahmet Kaya, ülkece bir lince tabi tutulmuş, ülkeden kaçmak zorunda bırakılmış, bir anlamda göz göre göre ülkeden kovulmuştu. O gün, o lanet olası ödül töreni, Ahmet Kaya için sonun başlangıcı oldu. Ahmet Kaya'nın ölümü için geriye sayım o gece başladı. 5-4-3-2-1 ve sıfır...

O sıfır noktası, işte 10 yıl önce bugündü. 16 Kasım 2000 tarihinde, Ahmet Kaya, ülkesinden uzakta, Paris'te hayata gözlerini yumdu. Peki elde ne kaldı?

11 yıl önce bir ödül töreninde, Kürtçe kaset yapacağını söylediği için ülkece linç edilen bir Ahmet Kaya kaldı elimizde. Bir de 11 yıl sonra, devletin kendi eliyle, bir anlamda s.ke s.ke açtığı TRT 6 var; hani şu 24 saat Kürtçe yayın yapan devlet kanalı. 11 yıl önce Kürtçe kaset yapmak isteyen bir sanatçıyı linç eden bir toplum, bugün ise Kürtçe bir devlet kanalı. İşte tam bir Türkiye özeti. Arada olan Ahmet Kaya'ya oldu, o ayrı.

Ne değişecek ki? O gün bir büyük sanatçısı vardı bu ülkenin, bugün ise yok. Değişen bu. Ahmet Kaya ölmüşken, isterse bütün kanallar Kürtçe yayın yapsın, bir önemi var mıdır? Bu ülkenin gelişmesi için, hep bir şeylerden ödün verilmesi, hep bir bedel ödenmesi mi gerekir? Bu seferki bedel de Ahmet Kaya mıdır? Sorular, sorular, sorular...

Ahmet Kaya öldü. Bizi, Serdar Ortaç, Ercan Saatçi gibi yavşakların sanatçı kabul edildiği, Mahsun Kırmızıgül gibi üçüncü sınıf arabeskçilerin yönetmen olarak sunulduğu, Erdal Acar gibi mafya babalarının saygın bir isim olarak zikredildiği bir ülkede yalnız bıraktı. Kendisi ise vatan haini oldu. Bu milletin kaderinde de böyle bir eşleşme varmış demek ki, ne yaparsın. Aslında ne güzel olmuş dedim kendi içimden; böyle ibişlerin vatansever kabul edildiği bir toplumda, Ahmet Kaya'nın vatan haini damgası yemesi ne de güzel olmuş. Bu damgası yüzünden gurur duydum bir kez daha Ahmet Kaya ile; tıpkı Nazım'da olduğu gibi.


Dünya çapında bir sanatçıyı, hem de bu topraklardan çıkmış dünya çapında bir sanatçıyı, yani seni, canlı canlı dinleme şansımı aldılar elimden Ahmet abi. Sen görüyorsundur şimdi buraları yukarıdan bir yerlerden, biliyorum bu bir yalancı ayrılık. Sen şarkılarınla her an bizimlesin. An gelir, Ahmet Kaya ölür, ama bıraktığı eserler onu yaşatmaya devam eder. Acılara tutunarak atlatmaya çalışıyoruz yokluğunu. Oysa güzel günler görecektik daha, çok uzakta öyle bir yer vardı ya hani, orayı bulup memleket hasretini de dindirecektik. Ama şimdi mahur besteyi, entel magandalarla ve Fosso Necdat ile birlikte dinlerken, ağlaşarak anıyoruz seni. Selamları var onların da. Sen de Bahtiyar'a selam söyle, kendine iyi baksın oralarda. Bizi unutmasın. Sen de unutma Ahmet abi, sen de unutma.



Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle...

9 Kasım 2010 Salı

Saygıyla...

Onu, içi boş kelimelerle, narası bol konuşmalarla pek çok yerde anacaklardır zaten. Bu yazı farklı bir şey yapsın; bizzat onunla birlikte yaşayanların, onunla olan anılarına yer vererek ansın onu. Böylesi daha güzel, daha anlamlı.

----------------------------------------------------------

Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

Falih Rıfkı ATAY


Atatürk'ün en sevdiği hikayelerdendi. Arada kendi anlatır, arada başkasına anlattırır, hep gülerdi:

Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormuş:
"Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?" Cevabı kendi veriyor:
"Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
"Eşekliginden."
Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.

Bir akşam Orman Çiftligi'nde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ileride 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
"Söyle çocuk: Bir eşegin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini icer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa'nın ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri.

Devletin en büyükleri...
Esas vaziyetine geçiyor:
"Rakıyı kumandanım!"
Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip:

"Aman beyler! Neden diye sormayın."

Falih Rıfkı ATAY


- "Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramayınca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:

"-Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?" diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı.
"-Maalesef Paşam! Yok... Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur. Bir şey daha söylemek isterim. Gözleri sanki sizi arar gibi..."

"-Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..."

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı.

Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Hayvanın ağzından köpükler saçılıyor, karnı acı içinde kasılıp duruyordu.

Gazi, eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

"- Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!"

Öptü onu birkaç kez.

"- Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?"

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Yağmur yağarcasına.

"- Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın..."

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti.

Oktay VEREL


Savaş zamanıdır. Atatürk bir lokantaya girer ve garson sipariş almak üzere Ata'nın yanına gelir. Fakat garsonun suratından düşen bin parça. Moralinin bozuk olduğu Atatürk'ün de dikkatini çeker. Pilav üstü kurusunu istedikten sonra, garsona neden üzgün olduğunu sorar.
- Daha ne olsun paşam, siz burda oturuyorsunuz ama düşman vatanı çoktan işgal etmiş. Bağımsızlık elden gitmekte.
Garsonun bu endişesi Atatürk'ün hoşuna gider ama, o anlık bir tepki vermez. Kendinden emin bir şekilde:
- Sen bırak şimdi bunları. Bir tabağa pilav koy, üstüne de kuruyu unutma!

Savaş biter, zafer ilan edilir. Atatürk'ün yolu bir gün yine aynı lokantaya düşer. Garsonu hemen hatırlar. Garsonun da Atatürk ile savaştan önceki diyaloğu aklındadır. Büyük bir sevgiyle ve minnetle onu karşılar. Bir yandan da önceki söylediklerinden ötürü mahcuptur. Atatürk herhangi bir şey söylemez, garsonun mahcubiyetinin de farkındadır.

- Paşam, bütün millet size minnettar. Siz çok büyük bir insansınız. Ülkemizi bize bağışladınız. Sizin her istediğinizi yapmaya hazırız.
Atatürk bu sözler dolayısıyla çok mutlu olur ama yine bozuntuya vermeden, yine kendinden emin bir şekilde, gururla:
- Sen şimdi bırak bunları. Bir tabağa pilav koy, üstüne kuruyu unutma, yanına da kompostoyu eksik etme!


Bir ağaç dibinin toprağını kabartan ve o civarda yalnız çalışan bir işçinin önünde Atatürk durdu. İşçiye o kadar yakındı ki, çapasının kalkıp inmesinden fırlayan toprakların küçük parçaları Atatürk'ün zarif ve düzgün ayakkabılarını okşuyordu. Önünde duran, karşısına dikilen bu kişiye işçi bakmadı bile. Bu vaziyette epeyce durduk ve seyrettik.
İşçi ne kendine, ne de çapasına bir an dinlenme firsatı vermiyordu.

Atatürk: Nerelisin çocuğum?
Suali işçiyi doğrulttu, çapasını yere dayattı:
- Kastamonuluyum beyim!
- Kastamonu'nun içinden misin?
- Hayır, köylüğündenim.
- Askerlik yaptın mı?
- Yapmaz olur muyum?
- Harp gördün mü?
- Sakarya muharebesinde bulundum, İzmir alındıktan birkaç ay sonra tezkere aldım.
Pehlivan yapılı Sakarya gazisinin cevabından haz ve zevk duyduğu, fakat kendisini tanıtmak istemediği için olacak Atatürk'ün işçiye son sorgusu:
- Sen güreşir misin?
oldu. Bu suale kadar ciddi bir çehre ile gözünü kırpmadan cevaplarını veren işçi gülümseyerek mütevazi bir tavır aldı ve:
- Güreşmez miyim?
dedi.

Ne yalan söyleyim; toprağı çapalarken yeri sarsan darbelerine şahit olduğum 30-35 yaşlarında, gürbüz yaradılışlı, pişkin vücutlu, yay gibi atik ve tetik bakışlı, çelik bilekli Kastamonulu ile güreşmemi Atatürk'ün teklif edeceğinden heyecana düşmüştüm. Bereket versin başını gülerek bana çeviren Atatürk gözünü kırptı ve işçiye dönerek:
- Benimle güreşir misin?
dedi.
Ben işçiye büyük muhatabını anlatabilmek imkanını ararken
Atatürk:
- Bırak çapanı, ileri gel!
emrinde bulundu. Bu emre tereddütsüz riayet eden Kastamonulu çapasını bıraktı, ilerledi ve el ense etmeye hazırlandı.

Ben seri bir hareketle işçinin arkasına geçerken Atatürk ile Kastamonulu güreşe tutuşmuşlardı. Atatürk'ü ciddiyetle, var kuvvetiyle saran ve sarsan Kastamonulu'dan kurtarmak için, Atatürk'e göstermeden ve hissettirmeden, bir çelme attım, Kastamonulu yere yıkıldı. Fakat hemen ayağa kalkan işçi mağlubiyeti saymadı. Kısa bir münakaşa oldu. Müşkül vaziyetteydim. İşçinin bir ayağımın dayandığı toprağın kaymasından dolayı yıkıldığına, yoksa benim bir müdahalem olmadığına dair teminat verdim.

Atatürk ile işçisi tekrar güreşmek üzere birbirlerinden ayrılabildiler. Kastamonulu katiyen Atatürk'ü tanımamıştı. İşçiden beş-on adım uzaklaştıktan sonra ufak bir mükafaat vermek için Atatürk'ün müsaadesini istedim.

Döndüm, Kastamonulu'ya yaklaştım. On lirayı kendisine uzatırken bu sefer işçi:
- Bu parayı bana niçin veriyorsun?
sualinde bulundu.
Koca Türk`ün sebepsiz para almayacağını hissettiğimden:
- Mintanın biraz yırtıldı da, yenisini alırsın.
cevabını verdim.
Köylü parayı almadı. Ama bir soru sordu:
- Bu adam kimdi? Hem de bana para gönderiyor. Biz bir güreş tuttuk.
- O buralarda bir tüccar.
- Yok, o buralarda bir tüccar değil, o bir tüccar gibi güreşmedi.
- Burada bir çiftlik sahibi. Öyle geçerken seninle bir el ense yapmak istedi.
- Yok, hayır. O bir çiftlik sahibi gibi güreşmedi. O başka bir adam, o, benimle başka türlü güreşti. Hile yapmadı, çelme atmadı, erkek gibi güreşti. Bana söyle, o kimdir?

Cevat Abbas GÜRER

31 Ekim 2010 Pazar

Mahalle Karılarının Kavgası Resepsiyon Dinlemez


Her ne kadar İstanbul doğumlu olsam da, küçükken bayramlarda-seyranlarda-bazı yaz tatillerinde annemin peşinde memlekete çok gitmişliğim vardır. Memleket de Anadolu'nun sıradan bir ili olunca, oraların çoğu adetlerine, gelenek ve göreneklerine tanıklık etme fırsatım olurdu bu gezmelerde. Az biraz biliriz yani Anadolu'daki insanların alışkanlıklarını, yaşam tarzlarını filan.

Efendim her ne kadar erkek olsan da, seni gezdiren kişi annen olunca, onun peşinde kadınlarla daha içli dışlı oluyorsun tabii. Zaten o yaşlarda cinsiyetin önemli değildir, önemli olan gezerken senin elinden kimin tuttuğudur. Yani siz bir kız olsanız da, o sırada babanıza emanetseniz, babanızla birlikte erkeklerin meclisinde bulunma ihtimaliniz yüksektir. Ya da tam tersi, erkek olsanız bile eğer annenizle takılıyorsanız, kadınların yoğun dedikodulu ortamlarında bulunma ihtimaliniz yüksektir. Ben de ikinci kategoriye dahil olduğumdan, uzmanlığımı kadın meclislerinde yaptığımı iddia edebilirim kendi çapımda.

Şimdi kadın kısmının kıskançlığını bilmeyenimiz yoktur. Gerçi ben bu tarz özelliklerin, cinsiyete değil kişiliğe bağlı olduğunu düşünsem de, kıskançlık konusunda ibre bana göre de biraz kadınlara dönüyor. Ama yanlış anlaşılmasın, bu karşı cinse olan bir kıskançlık değil, tam tersine hemcinslerine karşı olan bir kıskançlık. Hem de ne kıskançlık, ne çekememezlik.

Siz o altın günlerinde, o boya fıçısına sokulmuş yüzlerin, daha doğrusu o sahte gülüşlerle bezenmiş yüzlerin sahiplerinin, içlerinde neler kurduklarını, aralarında ikili-üçlü gruplar halinde nasıl dedikodu fırtınaları kopardıklarını bilir misiniz? Falancanın kızının filancanın oğluyla görülmesinin, falancanın yeni aldığı pahalı ayakkabının, filancanın kocasının bir haftadır eve gitmemesinin, bu tip toplantıların gizli gündemini oluşturduğunu bilir misiniz? Evet, görünüşte güzel güzel giysiler giyilir, daha önceden belirlenen bir kişinin evine misafirliğe gidilir (bazı yerlerde altın günü derler ama ortalıkta dolar döndüğü de olur), tatlı sohbetler edilir, tuzlu çörekler, ballı börekler yenilir. Ama arka planda, herkesin aklındakiler başkadır; yeni yeni haberler, taze çıkmış dedikodular, o böreklerin hepsinden daha tatlıdır.

Şu üç gün üç gece süren düğünler mesela, ne güzel şenliklerdir değil mi? Eş, dost, akraba bir araya gelir, uzun zamandır görülmeyen yakınlar görülür, hasret giderilir, hem de bir güzel eğlenilir. Tabii görünen yüzü böyledir o geleneksel düğünlerin. Düğün salonlarındaki mutlu aile tablosunun içine az biraz girerseniz, herkesin nasıl da fıldır fıldır etrafı kestiğini görmeniz zor değildir. Yeni gelin eğer az biraz sahnede göbek filan atarsa adı fingirdek olur, yok yerinde usturuplu bir şekilde oturursa, "ay ne somurtkan şey" olur. "Elin ağzı torba değil ki büzesin" sözünün bu ortamlardan çıkmış olması muhtemeldir. Her bir masa, ayrı birer dedikodu demektir. Velhasıl; kıskançlığın, çekememezliğin haddi hesabı yoktur bu ortamlarda.

Şu köşkte verilen meşhur 29 Ekim resepsiyonuna bakalım bir de. CHP katılacak mı, Kılıçdaroğlu katılacak mı, asker katılacak mı derken, çok önemli bir figür güme gitti. Nihayetinde CHP katılımı serbest bıraktı, Kılıçdaroğlu ve asker katılmadı ama, katılmayan bir isim daha vardı: Emine Erdoğan.


Efendim, rivayete göre Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül ile Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan öteden beri pek sevişmezler. Hatta bu durum, Tayyip Erdoğan'ın yerine Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olması ile, yani bu yazı açısından bakarsak, Emine Erdoğan yerine Hayrünnisa Gül'ün first lady olması ile tavan yapmıştı. Pek göz önüne gelmez ama, alttan alta da hemen herkesin bildiği bir vukuattır bu. Geçmişte de bazı yerlerde bu sevişmemezlik durumu kendini göstermiş olsa da, bu resepsiyonda artık iyice su yüzüne çıktı. Katılımcılara davetiyeler eşli olarak gönderilmesine, yani artık türban gibi bir engel de kalmamış olmasına rağmen, Tayyip Erdoğan resepsiyona tek başına katıldı. Yani bir başka deyişle Emine Erdoğan, davete katılıp Hayrünnisa Gül ile karşılaşmak istemedi. Elini ucundan da olsa sıkmayı kabul etmedi. Kocasına sordular Emine Hanım nerede diye, o da; "dünürler misafirliğe gelecek bu gece de, o yüzden evde kaldı" diye cevap verdi. Yersen...

Görüldüğü gibi; kadınların çekememezliği dillere destan, kadınların kıskançlığı düşman başına, bi' kere kin tutmaya görsünler. Allah mahalle karılarının gazabından insanlığı korusun. Ben artık büyüdüm tabii, annem artık öyle elimden tuttuğu gibi yanında sürüklemiyor beni. Ama geçen zaman içerisinde o mahalle karıları da büyüdü. Bakan karısı, başbakan karısı, hatta cumhurbaşkanı karısı oldular. Oldular olmasına da, oralarda bile günleri hala düğün salonlarındaki masalarda dönen kısır dedikodularla geçiyor anlaşılan. Hala zihniyet aynı, vizyon desen zaten yok. "Falancanın elbisesi de ne kadar şıkmış değil mi kız, nerden almış ola?"

- Emine, gelip iki dakika yanımda dursan ne olur sanki, şimdi millet sen gelmezsen bi' ton laf çıkartır yine. Ayıp olacak Hayrünnisa Hanım'a ona göre?

- Israr etme Tayyip, istemiyorum. O kadının yüzünü bile görmeye tahammülüm yok. Birazcık akıllı olsaydın, beni düşünseydin, o resepsiyonu sen verecektin şimdi, yanında da ben milleti karşılayacaktım. First lady ben olacaktım. Ah Tayyip Ah!

29 Ekim 2010 Cuma

Ama Hangi Cumhuriyet?


Adettendir, günün anlam ve önemine dair bir yazı yazayım dedim. Geçtim klavyenin başına, "Cumhuriyet nedir" diye düşündüm, ya da "Cumhuriyet neydi" diye. Kuranların amacı böyle bir şey miydi Cumhuriyet'i kurarken, Türkiye Cumhuriyeti için düşündüklerini tam olarak yapabilmişler miydi acaba? Yoksa geriye savunmasız, armağan edilen toplumun değerini bilemediği, en çok sevenlerinin bile ihanet edeceği bir sistem mi bırakmışlardı?

Bütün bu soruların cevabını düşünürken, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'i kuran, bu güzel günü de kutlamamızı sağlayan Mustafa Kemal Atatürk aklıma düşüverdi. Şimdi bir yerlerden bizi izliyorsa, 29 Ekim 1923'te kurduğu Cumhuriyet'i, 29 Ekim 2010'daki ile kıyasladığında neler hissediyor kim bilir? Aradan geçen 87 yıl içinde, kendi kurduğu rejimin ne hallere getirildiğini görünce iç geçiriyor mudur yukarılardan bir yerlerden? Bunların cevabını tabii ki bilemeyiz, ama ufak bir mantık yürütme ile bazı şeyleri tahmin edebiliriz: Mesela Atatürk ilkelerine bir göz atarak.

Şu Cumhuriyet'in temel ilkeleri olarak kabul edilen, hatta CHP'nin amblemindeki her bir okun bir tanesini temsil ettiği ilkelerden bahsediyorum. Bakalım nedir durumları, geçen 87 yılda ne hallere gelmişler; bir inceleyelim.



Cumhuriyetçilik: Türkiye Cumhuriyeti diyorsak hala, demek ki bir Cumhuriyet'ten bahsedebiliriz. Ama hangi Cumhuriyet'ten, kaçıncısından? Brinci Cumhuriyet miadını doldurdu, artık ikinci Cumhuriyet kurulmalıdır diyenlerin Cumhuriyeti'nden mi bahsedeceğiz; ikinci Cumhuriyet sloganı altında, 1923'te kurulana bok atanların Cumhuriyeti'nden mi? Her yerde görebilirsiniz artık bunları, televizyonlarda, gazetelerde, özellikle de TRT'de çok seviliyorlar bu isimler şimdilerde.

Halkın kendi kendisini idaresi, yani demokrasi demekti Cumhuriyetçilik. Peki demokrasiyi şu anda kim temsil ediyor? Kim demokrasi diye diye en ağır sansürleri, en ağır yıldırma politikalarını uyguluyor? Kim türbana karşı afiş astılar diye, öğrencilere dayak attırıp kapının önüne koyuyor (kendi üniversitemden bahsediyorum)? Karşıt görüşü sindirmek miydi demokrasi? Yoksa kolayca kandırılan, çoğu şeyden bihaber bir toplumdan alınan yüksek oy oranlarını koz olarak kullanıp her istediğini yapabilmek miydi?

İşte Cumhuriyetçilik, işte Cumhuriyet!

Milliyetçilik: Anlamından çok ama çok sapmış bir ilkedir milliyetçilik ilkesi. Kimlerin eline alet olmadı ki, kimler hangi suçları sırf bu milliyetçilik lafına sığınarak işlemedi ki? Bu vatanı seven, bu ülkenin bağımsızlığını isteyen herkesin milliyetçi kabul edildiğini söyleyen Atatürk'ün bu ilkesi, zamanla ırk boyutuna indirgenmiş, Türklük dışındaki diğer etnik kökenleri reddetmeye kadar varmıştır. Tam tersi bir açıdan bakarsak da, günümüzde artık milliyetçilik, Ergenekonculukla bir tutulur olmuş ve statükoculuk adı altında saçma sapan bir sınıfa dahil edilmiştir. Bu iki hastalıklı bakış açısı ise bize, ortada bir terör sorunu ve bölünme tehlikesi bırakmıştır.

Milliyetçi bir toplumuzdur vesselam!

Halkçılık: Aslında halkçılığın direkt olarak kendi tanımını yapsak, başka söze gerek kalmaz. Bu tanıma ne kadar uzak olduğumuzu anlatmak için pek açıklama yapmaya gerek yok.

"Halkçılık ilkesi, sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir bireyin, ailenin, sınıfın veya organizasyonun diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demektir."


Sınıfsız bir toplum mu, o da ne?

Devletçilik: En çok sevenlerinin bile ihanet ettiği bir sistem demiştik Cumhuriyet için. İşte bu da en çok ihanet edilen ilke.

Bugün devletin en stratejik kuruluşları Türk Telekomu'ndan Tüpraş'ına satılırken, altın yumurtlayan tavukları Tekeli'nden enerji şirketlerine kadar peşkeş çekilirken, ilk taliplerinin Cumhuriyet'e sözde en çok bağlı kişilierin-kurumların şirketlerinin olması ne yaman çelişki ama. İş adamlarımızın Cumhuriyet'e olan bağlılıkları, şirketlerinin çıkarlarının olduğu yere kadar görüldüğü gibi.

İşte ortada, elde kalan birkaç kamu kuruluşuyla, özelleştirilmeyi bekleyen birkaç Cumhuriyet kazanımı kurumla, devletçi bir Türkiye.

Laiklik: En sade tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak ifade edilebilir laiklik. Devlet ve siyasetin kurallarına dinin hükmetmemesi için, bunu garanti altına alabilmek için ortaya koyulan bu ilke, ülkemizde bir bez parçasına indirgenmiş olsa da, aslında çoktan vasfını yitirmiş bir ilkedir bana göre.

Dinin devlet işlerine alet edilmesini bu ilke ile engellemeye çalışan Cumhuriyet, bir tarikatın ve o tarikatın yetiştirdiği adamların, devletin en önemli yerlerine;  emniyetine, istihbaratına, hatta devletin idaresine geçmesini ne yazık ki engelleyemedi. Hem de bütün bunlar, yine Atatürk ilkeleri çerçevesinde oldu, ilkeler çiğnenmeden. Fakat pratikte neyin ne olduğunu görmek zor değil. Bir cemaat liderinin ülke yönetiminde bu denli etkili olduğu bir yerde, laiklik ilkesinin ne kadar işlevi vardır; cevabını akıl ve mantık verir zaten.

He türban hala üniversitelere giremedi, buna ne diyeceksin diye soruyorsanız; buyrun, laiklik ilkesinin tadını çıkarmaya devam edebilirsiniz.

Devrimcilik: Cumhuriyet'in kurulmasında en az bağımsızlık aşkı kadar yeri vardır bu ilkenin; devrimciliğin. Peki ya bugün?

Devrim yapmak isteyeni hapislere atan, devrimci kelimesinin korkularak söylendiği, söylenmekten kaçınıldığı bir toplumdur bu toplum. Devrimcilik yasa dışılıkla bir tutulmuş, anarşi ile özdeşleşmiş, akıllara olumsuz bir imaj kazınmıştır.

Harf devrimi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, üniversite reformu... Bunların hepsi Cumhuriyet'in devrimleridir. Ama maalesef devrimler sadece, Cumhuriyet'in kurucusunun yaptıkları ile sınırlı kalmıştır ve o da, öldüğünde bu ilkeyi yanında götürmüştür. Geriye ise devrimciliğin anlamını bile bilmeyen, ultra kanaatkar ve düzen savunucusu bir millet bırakmıştır.


İşte Atatürk'ün 6 ilkesi, işte Cumhuriyet'in temel nitelikleri. Orada 1923, burada 2010. Bugün neyi kutluyoruz, neyin bayramını yapıyoruz diye kendisine sorabilen herkesin bulabileceği cevaplardır bunlar. Ama yeter ki soru sormayı bilsin, neyi kutladığını ve neye sevindiğini anlayabilsin insan, zor değil.

Adettendir diye bir yazı yazalım dedik, aldık başımızı gittik. Şimdi gitmem lazım. İstanbul valisi, belediye başkanı filan Boğaz'da Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla gösteriler hazırlamış. Işık gösterileri, havai fişekler filan varmış, onları izleyeceğim. Bir de bütün ulusal kanallar Atatürk posterlerini filan koymuş logolarının yan taraflarına, millet bayraklar asmış balkonuna. Bunlara kayıtsız kalamam, benim de asmam lazım. Ha bir de Facebook profilime Türk bayrağı, Atatürk posteri filan koymam gerek, arkadaşların çoğu koymuş günün anlam ve önemine binaen, ben unutmuşum. Yapacak iş çok yani, bütün vatani görevlerimi savsaklamışım meğerse. Hadi kaçtım ben, kib öptüm bye...

26 Ekim 2010 Salı

17. Yaş ve Önemi



Her insan için yaş olarak belli eşik noktaları vardır. Kişiden kişiye değişse de, hemen hemen belli yaşlar, insanlar için bazı şeyler ifade eder: Mesela bir dönemin başlangıcı veya bir dönemin sonu gibi. 18. yaş, 20. yaş, 30. yaş, 35. yaş, çoğu insanın, hayatında eşik noktaları olarak gördükleri yıllardır.

Yukarıdaki resimlerdekiler ise farklı bir yaşı kendileri için dönüm noktası olarak seçmişler: 17. yaşlarını. Ben, şahsen hiçbir önem atfetmemiştim kendi 17. yılıma, habersizce gelip geçmişti. Fakat bu şahsiyetler, görünen o ki oldukça stratejik davranmış, ince ince planlar yapmış, o yılki bütün ayların, bütün günlerin önemini bilmişler. Şimdi de bu emeklerinin karşılığını alıyorlar.

Bu eşek kadar heriflerin, suçlarını işledikleri tarihlerde 18 yaşlarını tam doldurmadıkları, o tarihlerde henüz 17 yaşında oldukları için çocuk mahkemelerinde yargılanmalarına karar verildi. Cem Garipoğlu için bu karar daha önceden verilmişti zaten. Geçen gün de, TMK olarak da bilinen Terörle Mücadele Kanunu'nda yapılan değişiklikler sonrasında, Ogün Samast'ın çocuk ağır ceza mahkemesinde yargılanmasına karar verildi. Taş atan çocukları kurtarmak amacıyla TMK'da yapılan değişiklikler, Ogün Samast'ın işine yaradı. Düşünebiliyor musunuz; Ogün Samast neresi, taş atan çocuklar neresi? Ne trajik bir hikaye ama.

Ben tam da Türkiye'ye özgü bir durum olduğunu düşünürken, bu trajedi için aslında en güzel yorumu, 5n 1k programında Ogün Samast'ın avukatı yaptı. Cüneyt Özdemir'in, "taş atan çocuklar için yapılan bu yasa değişikliğinin, ileride sizin işinize de yarayabileceğini hiç düşünmüş müydünüz" sorusuna, bıyık altından gülerek verdiği, "yani düşünmemiştik ama, burası Türkiye, ne zaman ne olacağı belli olmaz" cevabıyla, aslında durumu en kestirme olanından bize özetledi.

Ne denilebilir ki? Her şey yasalara uygun, her şey yasalar çerçevesinde, hukuk dışı hiçbir şey yok. Hukukun kuralları vicdanlara, duygulara, düşüncelere göre işlemiyor. Eğer kanunlar arasında, kendi içerisinde bir tutarlılık varsa, hukukta o iş tamamdır. Burada olan da bu. Eğer çocuklar için yapılmış belli düzenlemeler varsa, bundan herkes faydalanabilir; bir insanı canlı canlı parçalara ayıranı da faydalanır, bir insanı arkasından kalleşçe vurup öldüreni de.

- Bu ülkede 18 yaşından küçüklere çocuk deniliyor mu?
- Evet, 18 yaşından küçük olan herkes çocuk muamelesi görüyor.

- Ogün Samast ve Cem Garipoğlu suçu işlerken kaç yaşındalardı?
- 17.

- Yani?
- Daha çocuklardı.

- Yani?
- Çocuk mahkemesinde yargılanacaklar.

- Yani?
- Daha az ceza alacaklar.

- Peki ya vicdan?
- Ona bok yemek düşer.

He bu arada 17 yaş demişken, hep bu yaş grubunun sefasını sürenlere değinerek olmaz. Onlar kadar akıllı olmayanları, daha doğrusu olamayanları da var aslında. 17 yaşında olmak, kendi iradenle adam öldürmek için yeterli görülmüyor ama, ölmek için, daha doğrusu asılmak için yeterli görülüyor. Yeterli görülmediği yerde de ufak bir bürokratik düzenleme ile yeterli hale getirilip, işlem öyle tamamlanıyor.



- Peki ya Erdal Eren?
- ...

17 Ekim 2010 Pazar

Kelimeler Kifayetsiz Kaldı


Belki binlerce kişi değildik, ama o pencerenin karşısındaki kaldırımı doldurabilecek kadar vardık.


Belki medyada çok ses getirmedik, ama amacımız zaten ses getirmek değil, içimizdeki amatör ruhun bu dönemde bile bazı şeyleri yapabildiğini kanıtlamaktı; başardık da.


Belki Münir Özkul'u tam göremedik, ama onun gönlünün aşağıdaki kaldırımda bizimle olduğunu hissettik, kızının ve eşinin gözyaşlarından bize gönderdiği selamı aldık; çok mutlu olduk.


Evet, bugün boyun borcunu ödedik, vicdanımızı rahatlattık, belki de daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yaptık. Bu yüzdendi herhalde etraftaki insanların hafif şaşkınlıkla bizi alkışlaması, hatta ileri gidip bize katılması.


Hiçbir çıkarı olmayan insanlar, güzel cumartesi günlerinden bir-iki saatlerini ayırıp Cihangir'e geldi. Kimler yoktu ki bu insanlar arasında. Osman Cavcı'dan (nam-ı diğer Zampara Seyfettin) Vedat Özdemiroğlu'na, Mehmet Esen'den Ferdi Atuner'e kadar, hatta Ece Erken'den Nez'e kadar (bunların ne işi vardı la burda) geniş bir yelpazeden insanlar tek bir amaç için toplanmıştı. Münir Özkul ismi aklına gelince içinde bir sıcaklık hisseden, kendini yaşayan efsaneye karşı bir şeyler yapmak zorunda hisseden, en önemlisi de bunu durup durmadık yere yapmak isteyen onlarca kişi geldi, toplandı, yürüdü, alkışladı, slogan attı ve gitti. Hepsi buydu. Hepsi buydu bu olmasına ama, herkes için eminim ki unutulmaz bir gündü. İyi ki olmuş.

Günün İmzası

Bloglar her ne kadar kişisel kullanım alanları olsalar da, kişisel bilgi veya fotoğrafların pek kullanıldığı alanlar değillerdir. Bu sayfalarda da herhangi kişisel bir nesneye yer vermedim daha önce. Fakat bu seferki farklı, hem de benim için çok farklı, tesadüflerin en güzeli. Üstelik bugünkü buluşmanın da dolaylı olarak etkisi var üzerinde. Bu nedenle burada değinmek istedim.

Münir Özkul ziyareti için Cihangir Parkı'nda buluşuldu ve efsanenin evine doğru yürünmeye başlandı. Fakat ben geç kalan arkadaşımı beklemek için parkın oralarda bir müddet daha bekledim. Yürüyüşü yapan grup kopup gitmişti ama biz onlara arkadan yetişecektik. Arkadaşımı beklerken, hemen iki-üç metre önümde, sırtında çantasıyla, önüne bakarak kendi halinde yürüyen bir adam gördüm. Etrafla pek alakası olmadan sessizce kendi yolunda gidiyordu; belki evine, belki işine. Fakat biraz dikkatli bakınca anladım ki bu adam, yaptığı filmlerle, özellikle de yaptığı "Uzak" filmi ile benim sinemaya bakış açımı tümden değiştiren, diğer filmleri ile de bunun üzerine kat çıkan, sinemaya aşırı derecede ilgi duymamı sağlayan, sokakta bu şekilde tesadüfen görünce tepki verebileceğim dört-beş kişiden birisiydi. Bu adam Nuri Bilge Ceylan'dı.

Önce başı önünde kendi halinde yürüyen bu adamı rahatsız etmek istemedim. Salak salak kızların pop şarkıcılarına yaptığı şekilde bir yol kesme eylemi yapmak uygun gelmedi ama, dediğim gibi, bu hareketi yapabileceğim dört-beş kişiden birisiydi Nuri Bilge ve ben de en azından bir tepki verme gereksinimi duydum. Onun öylece önümden geçip gitmesine sessiz kalamazdım. Sonunda gittim yanına ve o da sağolsun beni gittiğime pişman etmedi. Sohbetimizi ettik, fotoğrafımızı çektirdik.


Benim için ne uğurlu bir günmüş ki bu böyle, Yaşar Usta'yı ziyarete gitmek için beklerken, hemen önümde benim için bir başka çok önemli isime rastlıyorum. Vay anam vay! Bi' daha da böyle bir gün gelir mi bilmem. Biraz zor...

Not: Yaşayan efsaneye yapılan ziyaretin haber görüntülerine buradan ulaşabilirsiniz.

15 Ekim 2010 Cuma

Sevgi Duruşu



Bu bloğun onursal başkanı adına bir etkinlik düzenlenmiş, ne de güzel edilmiş. Bu sayfanın en tepesinde yazan sözlere can veren, Arzu Film'in sıcacık aile filmlerinde Adile Naşit'in biricik kocası, şerefli aile babası, Hoca Mahmut, Yaşar Usta...

Başlığa saygı duruşu yazacaktım ama, onu hayatını kaybeden insanlar için yapıyorlar. Bizimki ölen insanlar için yapılanlarından değil, yaşarken değer veren bir organizasyon. Evet, bu ülkede henüz yaşarken kıymeti bilinen ender insanlardan birisidir Münir Özkul. Gerçi ne kadar biliniyor o da sorgulanır da, yine de bu tarz organizasyonlar bile mutluluk veriyor insana. Kaç kişi için henüz hayattayken böyle buluşmalar düzenlenir sonuçta? Akıl edenlere, gerçekleştirenlere, organize edenlere, katılacaklara şimdiden selam olsun. Duyunuz, duyurunuz...

"Alt tarafı sofraya bir tabak daha fazla koyulacak."
- Yaşar Usta

12 Ekim 2010 Salı

Kutsal Merkez Sağ İttifakı

Ben demiştim demeyi sevmeyenlerden değilim, severim. Bu yüzden burada kullanmakta da bi' mani görmüyorum; ben demiştim. Kutsal merkez sağ ittifakı demiştim, korkuyorum demiştim, bu sessiz çoğunluk ne zaman ne yapacağını iyi bilir demiştim, yüzde 47 iyi bir göstergeydi demiştim, solda bir yükselme oldu mu bunlar anında birleşiverirler demiştim. Bunların hepsine burada, özellikle de son paragrafında değinmiştim.


Tarihi bir süreci geride bıraktık ve arkasından yeni bir sürece de giriş yaptık. Artık eskisinden çok farklı şeylere tanıklık edeceğimiz kesin. Bu çıkan EVET kararının etkilerini uzun yıllar birlikte göreceğiz, yaşananları hep birlikte izleyeceğiz. Türkiye için yeni bir dönüm noktasıdır 12 Eylül 2010 tarihi.


Referandumda çıkan EVET kararının olası sonuçlarına bu yazıda pek girmek istemiyorum. Zaten ilerleyen günlerde yaşayacağımız çoğu yeni gelişme bu sonuçla ilgili olacağından, gereken yerlerde tekrar referanduma atıflar yaparız. Bu yazıda, çıkan EVET kararıyla ilgili değil, bu kararın nasıl çıktığıyla, daha doğrusu bu oranların bize neler ifade ettiğiyle ilgili bir şeyler yazacağım. Önce parti parti incelemekte, arkasından da göze çarpan birkaç noktaya, ile ve ilçeye değinmekte fayda görüyorum.

AKP: Referandumun kesin kazananı olmuştur. Adeta şimdiye kadar uyguladığı politikaların, yol ve yordamların, baskıcı yöntemlerin güvenoyunu almıştır halktan bu referandumda. Bunun ileride daha da baskıcı bir yönetim şekliyle karşılacağımızın habercisi olduğunu söyleyebilirim. 2002'den beri seçim kazanmaya alışmış bir partiden bahsediyoruz. Alışmış kudurmuştan beterdir demişler.

CHP: Referandumun gizli kazananıdır. Kazanan sözü belki bazılarına abartı gelebilir. Hem de kaybedilmiş bir halk oylamasından bahsediyoruz. Ancak birazcık detaylı incelediğimizde, HAYIR oylarının çoğunlukla CHP'ye ait olduğunu, yüzde 42'lik oyun en az yüzde 33-35'lik bir kısmının CHP'nin kendi oyları olduğunu görmek çok zor değil. Bunu HAYIR oyu veren illere, ilçelere baktığımızda kolaylıkla anlayabiliriz. 2009 yerel seçimlerinde belediyesini kazandığı hemen hemen her yerden HAYIR oyu çıkartmayı başarabilmiştir CHP. Bu illerin yanına yeni iller eklemesi de CHP'nin lehine bir gelişme. Yüzde 35'lik bir oy oranı, CHP'nin tarihi günler yaşadığına işaret ediyor bana göre. Bu başarıyı 10 ay sonraki genel seçimde elde edilecek yüksek milletvekili sayısı ile taçlandırmak da, parti yönetiminin en önemli görevi olmalıdır. Unutmayalım ki AKP, siyaset sahnesine giriş yaptığı ilk seçimde, %34'lük bir oy oranı ile tek başına iktidara gelmişti.

MHP: Referandumun kesin mağlubudur. Aslında mağlubu diyorum ama, bunu derken şunu da sormak gerekir. Kime göre, neye göre mağlup? MHP'nin EVET oyu veren seçmeni kendisini mağlup hisseder mi? Sonuç kendi istediği yönde çıktığından hissetmez. Bu nedenle sözü edilen mağlubiyet, parti yönetimi katında olmuştur. Tabanları bu referandumda kendilerinden farklı bir duruş sergiledi. MHP seçmeni, bu referandumda sonuçlara yön veren kitle oldu. Bu partiyi, tabanıyla olan ilişkisini ve son zamanlarda eski ülkücü sıfatı altında ortalıkta dolaşan bir dolu adamın referandumda EVET oyu vermesini ayrıca bir incelemek lazım. MHP, bu referandumda resmen kendi içinden vuruldu; kendi kitlesi ve eski mensupları tarafından.

BDP: Bu parti açısından referandumda ortaya karışık bir durum ortaya çıktı. Hakkari, Diyarbakır gibi illerde verdikleri boykot kararı ile katılımı çok düşük seviyede tutabilmiş, ancak belli illerde pek etki gösterememiştir. Fakat Hakkari'deki katılım oranının sadece %9 olması, referandumun en dikkat çekici istatistiklerinden biri olmuştur. En nihayetinde referandum sonuçlarının, BDP yönetimini kestiğini düşünüyorum.

Partiler bazında ana hatlarıyla birkaç değerlendirme yaptıktan sonra, dikkatimi çeken birkaç ayrıntıya da değinmekte fayda var. Bunları da başlık başlık sıralayalım.

Bursa - Kocaeli - Sakarya Triosu

Aslında son birkaç yıldır dikkatimi çeker bu üç il. Orta Anadolu ile kıyaslanamayacak olanaklara sahip, sanayisi gelişmiş, diğer illere nazaran eğitim seviyesi daha yüksek iller olarak bilinir buralar. Ancak dikkat ederseniz, son yapılan seçim ve referandumlarda, hep AKP lehine sonuçlar çıkartmışlardır; hem de azımsanmayacak oranlarda. Konya-Kayseri-Sivas triosu kadar bilinmez ama, bu şehirler de AKP'nin kalesi haline gelmiştir son yıllarda. Sonuç tablosundaki yeşilli yerlerini alırlar; kendi renkleri yeşil olduğundan değil, hep yeşile oy verdiklerinden. Artık gözümde Konya-Kayseri-Sivas triosundan pek bir farkları yoktur. Gidişattan memnunlardır. Bir bakıma gizli ibnelerdir.


Artvin ve Tunceli

Yemyeşil haritanın içinde nasıl da parlıyorlar ama. O sürü psikolojisinin hüküm sürdüğü, bu ülkenin baş belası Orta ve Doğu Anadolu'da, Karadeniz Bölgesi'nde, hemen belli ediyorlar kendilerini. Pırıl pırıl, kıpkırmızı. Benim için Kadıköy veya Beşiktaş gibi ilçelerden yüksek oylarda HAYIR çıkmasından katbekat daha değerlidir buralardan çıkan kırmızı sonuçlar.


Ntv - Cnntürk; Tarhan Erdem - Adil Gür Yarışı


2007'deki genel seçimlerde Tarhan Erdem nokta atışları yaparak açık ara galip gelmişti bu yarışta. AKP'nin %47'lik oranını hatasız tutturmuş, CHP ve MHP'nin oranlarında da hatasız tahminler yapmıştı. CNNTÜRK bunun reklamını epeyce yapmıştı, e haklılardı da.


2009'daki yerel seçimlerde Tarhan Erdem NTV'ye, Adil Gür ise CNNTÜRK'e geçti. Fakat bu sefer de tahminlerinde isabet sağlayan isim Adil Gür olduğundan, kazanan yine CNNTÜRK olmuştu. Tarhan Erdem 2009'daki seçimde, AKP'nin oranlarının %50'ye yakın olduğunu söylemiş, sonuçta AKP %39 oy alınca da karizmayı fena çizdirmişti.

Bu referandumda ise NTV sonunda muradına erdi. Tarhan Erdem'e bir kez daha güvendiler ve onun anketlerine yer verdiler ekranlarında. Tarhan Erdem ise EVET oyu oranlarının bu kadar yüksek çıkacağını tahmin ederek, NTV'nin güvenini boşa çıkarmadı. Adil Gür ve CNNTÜRK ise bu kez yenildi.

Maltepe

Bir yorum da kendi ilçeme göndereyim değil mi? Önce 2009 yerel seçimlerinde CHP'li bir belediye başkanı seçerek, arkasından da 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu'ndan HAYIR kararı çıkartarak bir alkışı hak ediyorlar gerçekten. Buradan blog aracılığı ile Maltepe halkına seslenmek istiyorum:

"Noluyonuz la Maltepe halkı, oldum olası küfür ediyorum lan ben size. Hoop, nerdeyse gurur duyacam olum sizinle. Adam olun lan, ben küfretmeyi özlerim ona göre!"

Her şey bir tarafa biraz ciddi olmak gerekirse, 70'lerde ve 80'lerde yoğun göç alarak büyüyen bu ilçe, ilk kuşağın çocuklarının da artık oy verecek çağlara gelmesiyle (benim de içinde bulunduğum kuşak) kimlik değiştirmeye başladı. İkinci kuşakla birlikte artık şehirli sayılabilecek bir seçmen kitlesine sahip ve bunun etkileri siyasi tercihlere de yansımış durumda. Ayrıca CHP Maltepe İlçe Başkanlığı'nın da çok etkili çalışmaları bu tercihlerde etkili olmakta.

En başa dönecek olursak; şaka lan şaka. Ben alışmaya başladım olum bu halinize, hatta sevmeye de başladım. Siz yeter ki böyle devam edin. Arada ÖDP'yi filan da unutmayın. Ben küfür etmesem de olur.


İşte böyle a dostlar, acısıyla tatlısıyla (sonuçları acı oldu gerçi) bir referandum süreci bitti gitti. Fakat dediğimiz gibi, bu referandumun sonuçları çok kapsamlı olacak; öyle bir yazıya sıkıştırılamayacak kadar sık önümüze gelecek bu sonuçlar. Hatta şimdiden etkileri hissedilmeye başlandı bile. Bakalım sonu nereye kadar gidecek...

12 Eylül 2010

Geçen ay bugün, enteresan bir gündü. Benim adıma çok önemli olan 3 tane yarışmanın finali, 12 Eylül 2010 tarihinde toplanmıştı. Kendi kendime istatistikler çıkarıyordum, üçünde de istediğim sonucun çıkmasını istemek biraz açgözlülük olur diye, 2-1'lik sonuca da razıydım. Özünde mütevazı bir insanımdır yani.


Saat sırasına göre gidersek, ilk yarışma Anayasa Değişikliği Referandumu idi. Benim açımdan en önemli olanı da buydu gerçi. Sonuçta diğer iki final en nihayetinde spor müsabakasıydı ancak referandum, bu ülkenin geleceği açısından çok önemli bir dönüm noktasıydı. Dolayısıyla en ağır yenilgi bu mevzide alınmış oldu. Ayrıntılarına burada değindik zaten.


İkinci final, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası finaliydi. ABD ile Türkiye basketbol milli takımları arasında oynanan karşılaşmada, ABD'ye karşı alınan yenilginin, ağır referandum yenilgisinden sonra pek de bi' önemi yoktu aslında. Geldi ve geçti. Ancak ödül töreni sırasında RTE ve Abdullah Gül'ün seyirciler tarafından ıslıklanması gecenin öne çıkan olayı oldu. Referandumda alınan yenilgiden sonra, salondakiler hıncını bu şekilde çıkarıyordu anlaşılan.


Son final ise US Open 2010 finali idi. Rafael Nadal ile Novak Djokovic arasında gecenin ilerleyen saatlerinde oynanacak olan müsabakaya artık teselli ikramiyesi gözüyle bakıyordum. En azından, bu düzenli olarak kaybetme psikolojisini biraz olsun atlatabiliriz diye heyecan içinde destekledik Novak Djokovic'i. Fakat bunda da sonuç hüsrandı. Rafael Nadal galibiyeti ile birlikte, 3. finali de kaybetmiş olduk.

Bugün düşündüm de üzerinden tam bir ay geçmiş bunların. Hani güneş tutulmaları için, ay tutulmaları için, derler ya bir daha falanca yıl sonra ancak görülebilecek olaylar diye, böyle üst düzey üç olayın da aynı güne gelmesi bir daha denk gelir mi bilmem. Hani ben 2-1'e bile razıyım diye düşünüp 3-0 yenilirken, millet Ramazan bayramı ile referandum sonucunu birleştirip çifte bayram yapmış haberimiz bile yok. Fakat heyecanlandık mı, heyecanlandık. Zevk aldık mı, her şeye rağmen yine de aldık. Tadını çıkardık mı, çıkardık.

Yazdıklarımın tenis ve basketbol finalleri ile ilgili olanları biraz şakayla karışık olsa da, referandumda çıkan sonuç nedeniyle açıkçası ilk başlarda gerçekten hevesim kaçmıştı, direncim kırılmıştı. Buraları da sahipsiz bırakmıştık geçen bir ay boyunca ama nafile, bir anlamı yok. Şöyle bir düşündüm de, bu millet Cumhuriyet tarihi boyunca ne yanlış kararlara imza atmış, kimlere oy vermiş de başa getirmiş, say say bitmez. Bu referandum da sadece bunlardan birisi oldu. Bu nedenle daha fazla geçmişte takılmanın bir alemi yok, artık önümüze bakmak, bu kara günü unutmak lazım.

"Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım."

12 Eylül 2010 Pazar

Korkuyorum



- Milyonlarca kişinin, içeriğinden bihaber olduğu bir anayasayı oylayacak olmasından ve sonunda da önlerine konan yemleri yiyecek olmasından korkuyorum.

- Tamamen duygu sömürüsü, tamamen yalan, tamamen aldatmaca üzerine kurulmuş bir kara propagandanın işe yarayacak olmasından korkuyorum.

- Bir gün elbet seçimle alaşağı edileceğini bildiğim bir iktidar ve o iktidarın zihniyetinin, bir referandum sonucu onlarca yıl yerini sağlamlaştıracak olmasından korkuyorum.

- Modern devletin kuruluş aşamasındaki en temel kurallarından olan, yargı, yasama ve yürütme kurumlarının birbirinden bağımsız olması durumunun, hepsinin tek bir erk üzerinde toplanacak şekilde bozulacak olmasından korkuyorum.

- Şu andaki yasalarla bile kendi muhaliflerini sindirmiş, hapislerde süründürmüş, ülkeyi dar etmiş bir zihniyetin, kendi hazırladıkları yasalarla şu ana kadar yaptıklarının çok daha beterini yapacak olmasından, ülkeyi açık hava hapishanesi haline getirecek olmasından korkuyorum.

- Bu zamana kadar darbecilerle mücadele ettiklerini iddia ederek kendilerine meşruiyet kazandırmak için çabalayan zihniyetin, kendi sivil darbesini gerçekleştirebilmek için en önemli virajı bu referandum ile dönecek olmasından korkuyorum.

- Şimdiye dek az da olsa bu hükümetin karşısında durabilmiş, yaptığı çoğu usulsüz özelleştirmeyi iptal edebilmiş olan Danıştay kurumunun, yeni yapılan yasalarla etkisizleştirilmesinden; bu sayede de istenilen özelleştirmenin, istenilen şekilde hükümet yetkililerince yapılacak olmasından korkuyorum.

- Zaten birçok yerinden uzun yıllardır yara almış, ahı gitmiş vahı kalmış olan Cumhuriyet'in, son tekmeyi bu şekilde yiyecek olmasından korkuyorum.

- Böylesine önemli ve ülkenin kaderini değiştirebilecek olan bir anayasa paketinin, birkaç yüzdelik dilim farkıyla kabul edilecek olmasından; yani ülkeyi çok ama çok derinden etkileyecek olan yasaların, bir-iki milyon kişinin anlık vereceği kararlar sonucu ile kabul edilecek olmasından korkuyorum.

- Korkuyorum; ne 2002'de çıkan %34'ten, ne de 2007'de çıkan %47'den korkmadığım kadar, bu referandumdan Evet sonucu çıkmasından korkuyorum.

Korkuyorum...

10 Eylül 2010 Cuma

Yine Ünlü Bir Sporcu, Yine Eskort Bir Kız ve Yeni Bir Aldatma Vakası

Artık şaşırıyor muyum? Tabii ki de hayır. Aksine ne zaman bu haberler sonlanır, artık ünlü sporcuların aldatma hikayeleri biter, o zaman meraklanırım işte. Dünyanın sonu mu geldi acaba diye?

Bu seferki kahramanımız Wayne Rooney. Manchester United ve İngiltere milli takımının en önemli oyuncularından biri. Karısı hamileyken bir eskort kızla defalarca birlikte olduğu ortaya çıktı. Sonrası bilindik hikaye zaten. Basın Rooney'i yerden yere vurdu, karısı evi terk etti falan filan işte..


Daha önce John Terry'nin, çok yakın arkadaşı Wayne Bridge'nin karısını nasıl arakladığını burada incelemiştik. Daha sonra, yine İngiliz futbolcu Ashley Cole'nin karısını aldattığı ortaya çıktı, arkasından da dünyaca ünlü golfçü Tiger Woods'un alemleri göz önüne döküldü. Aldatma konusunun ahlaki boyutunda herkes hemen hemen aynı şeyi düşünüyordur sanırım. Özellikle aldatılan taraf için hiç hoş olmayan bir durum. Hem de hamile bir kadını aldatmak savunulamayacak bir şey. Ama ben bu yazıda bu tür olaylara daha farklı bir açıdan bakmak istiyorum.

Aklıma Yavuz Turgul'un yazıp yönettiği, Şener Şen, Uğur Yücel ve Sermin Hürmeriç'in başrollerini paylaştığı, Türk sinemasının en önemli filmlerinden olan Muhsin Bey'den bir sahne gelir böyle olayları duyduğum zaman. Filmde Şener Şen'in canlandırdığı Muhsin Bey ile Uğur Yücel'in canlandırdığı Ali Nazik bir şarkı yarışmasına katılacaklardır. Yarışmadan bir gece önce, eğer kazanırlarsa para ödülünü nasıl değerlendireceklerinin hayalini kurarlar. Anadolu'nun bağrından kopan, İstanbul'a kaset çıkartıp para kazanabilmek için gelen Ali Nazik'in kurduğu hayaller, aslında bize çok şeyi göstermektedir. Etrafında bir sürü kadın hayal etmektedir Ali Nazik, önceden beri rüyalarına giren kadınlar, para ile birlikte artık koynuna girecektir. Para kazanmaya başlar başlamaz, gerçekleşmesini istediği en büyük hayali budur Ali Nazik'in. Bahsettiğim sahne aşağıdaki videonun ilk dakikasında geçmekte.



Peki Ali Nazik bu yolda yalnız mı acaba, ya da Wayne Rooney'e Ali Nazik'in parayı vurmuş hali diyebilir miyiz? Bence diyebiliriz. Henüz yirmili otuzlu yaşlarında çok yüksek rakamlarda para kazanan, alabildiğine ünlü ve göz önünde,  istediğini anında elde edebilecek erkeklerin, canının çektiği her kadınla birlikte olmak istemesi çok mu garip acaba? Bunu istememek çok büyük bir olgunluk ister doğrusu. Bütün bu "dünya nimetlerine" karşı kendini soyutlamak çok sağlam bir kişilik ister. Ya da daha farklı sebepleri olmalı (bu sebeplerden birini Dini Bütün Yabancı Futbolcu başlığı altında ileride yazacağım) ki biz hakkında böyle haberler okumayalım. Zor yani.

Buraya kadar her şey doğal. Yani Türkiye'de İstanbul'un üç büyük futbol takımına Anadolu'dan transfer olan bir oyuncu, nasıl gelir gelmez soluğu gece kulüplerinde alıyorsa, kendine yeni bir çevre ediniyorsa, bunun Avrupa'da örneklerini görmek hayli hayli kolay. O zaman Wayne Rooney olayındaki problem nereden kaynaklanıyor?

İşte bu noktada bana kalırsa temel sorun şu ki, bu adamların zorla evlendirilmesi, en azından henüz evlenmeye tam hazır değilken evlenmeleri. Evet zorla evlendirilmesi dedim, çünkü bu adamlar sponsorlarının veya kulüplerinin düzenli bir hayat şartı nedeniyle kendilerini evlenmek zorunda buluyorlar. Sponsorlar, üzerine para yatıracakları adamın skandallarla, bu tarz haberlerle anılmamasını istediğinden, kulüpler de gece hayatına takılıp verimliliği düşmesin diye bu baskıyı yapıyorlar (bir anlamda başına bekçi tutuyorlar yani, hayatını düzen içerisinde tutacak bir kadın). Sonucunda da, sponsorlardan gelecek paraların kaçmasını istemeyen, zengin, ama önüne çıkan her kadını elde edebilecek olmasına rağmen artık bir kadına mahkum edilmiş, zevklerini ve eğlencelerini törpülemek zorunda kalan, ağır sayılabilecek sorumluluklar üstlenmiş profiller ortaya çıkıyor.

Akacak kan damarda durmaz demişler; durmuyor da. Bu büyük özveri isteyen eylemleri gerçekleştirecek olan genç, bir yerde patlak veriyor ve ortalık toz duman oluyor. Biz onları iyi aile babası, tam bir profosyonel, örnek bir sporcu diye nitelerken, onlar ne haltlar karıştırmış olarak çıkıyorlar karşımıza. Arkasından da hem sponsorlardan oluyorsun hem karından. Hem karizman yerle bir oluyor, hem basın tarafından alaşağı ediliyorsun, iş hayatın etkileniyor vs. Bu seferki kurban da Wayne Rooney olmuş işte. Kim olduğunun da önemi yok zaten. Ben bu ortalığa dökülen haberlerin, buzdağının görünen kısmı olduğunu düşünüyorum. İleride de bu örnekleri başka aktörleriyle görmeye devam edeceğiz.

Burada en önemli soru şu: Daha fazla para ama daha büyük sorumluluklar mı, yoksa daha az para ama daha "özgür" bir hayat mı?

Kişiye göre değişir.

Hassas kadın okurlar için dipnot: Yazar kişisi burada aldatmayı veya önüne gelen her kadına el atmayı savunmamış, sadece bir durum tespiti yapmıştır.

9 Eylül 2010 Perşembe

Radikal'e Veda

Sonunda uzun zamandır dile getirilen dedikodu gerçekleşti. Doğan grubuna ait olan iki gazete; Radikal ve Referans'ın birleştirilmesine karar verildi. Başına da Fethullah Gülen cemaatinin prenslerinden, yazar Elif Şafak'ın kocası Eyüp Can getirildi. Böylece Radikal gazetesinin yayın hayatı bana göre fiili olarak son bulmuş oldu.


Misyonu ve kendine has özellikleri olan, özgün bir gazeteydi Radikal. Aslına bakılırsa gazeteler arasında da adı gibi radikal bir yeri vardı. Boyalı medya diye adlandırılan medyadan farklı bir tarafta olması, bunun yanında Türk basınında pek dillendirilmeyen isimlere ve düşüncelere yer vermesi, resmi söylemlere görece mesafeli duruşu, basında onu ismi gibi radikal bir yere konumlandırdı. Hem haberi seçme, hem aktarma, hem de sayfa düzeni açısından bir dolu orjinallik taşıyordu sayfalarında.

Aslına bakılırsa bu gazete, benim de içinde bulunduğum kuşağın gazetesi sayılmaz. Fakat benim kuşağıma uzak da sayılmaz. Bu gazetenin öncülük ettiği yayıncılık anlayışı, şu anda birçok medya kuruluşunda gördüğümüz tarzda yayıncılığa yön verdiğinden, bizzat içinde bulunduğum yaş grubunu da doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir. Şu anda her ne konuda, alanı ne olursa olsun, dikkatimi çeken köşe yazarı, yorumcu, gazeteci varsa, geçmişine baktığımda bir şekilde Radikal'in atölyesinden geçmiş olduğunu görüyorum. Şu anda meşhur olan birçok ismin, ilk duyulduğu yerdir bu gazete. 80'li yılların başında doğmuş olanlardan, benimle hemen hemen aynı dünya görüşüne sahip olan veya en azından aynı bakış açısına sahip, bir gazeteden beklentileri benimle aynı doğrultuda olan insanlar için ise bu gazete, bir zamanlar favori olmuştur. Gazetenin yayına başlama tarihi, tam da bu nesilin üniversite yıllarına denk geldiğinden, en fazla faydasının bu kuşağa dokunduğunu düşünüyorum. Özellikle bakış açısını genişletmesi bakımından, merkez medya gazetelerine alışmış bir insanda, çok güzel etkiler yaratmış olduğu kesindir Radikal'in. Bu insanların çölde su bulmuş gibi sarıldıklarını tahmin edebiliyorum gazete ilk çıktığında. Benim gibi, o zamanlar 10-12 yaşlarında olan bir çocuk için ise, ambleminde Ecevit'in güvercinine benzeyen bir kuş olan, bir de enteresan ve akılda kalıcı reklamlara sahip bir gazeteden öte bir anlam taşımıyordu Radikal.

Biz büyüdük ve kirlendi dünya

Sonra büyüdük tabii, aklımız bazı şeylere ermeye başladı. Fakat bu sırada gazete de büyüdü. Şairin de söylediği gibi, biz nasıl ki büyüdükçe kirlendik, gazete de bizimle birlikte büyüdü ve şimdilerde anlayabildiğimiz kadarıyla büyüdükçe de kirlendi. İlk yıllarından beri onu takip eden sadık okurları ile konuştuğunuzda, gazetenin yıllar geçtikçe geçmişi arattığını söylerler. İşte ben de tam bu geçmişini arattığı yıllarda tanışabilmiştim Radikal ile. İçindekilere akıl erdirebiliyordum yavaş yavaş, bu gazetenin benim için tek ifade ettiği şey Ecevit'in güvercini değildi artık.

Her ne kadar geçmişe göre kirlense de, kalitesinden bazı zorunluluklar nedeniyle ödünler verse de, yine de boyalı basına karşı hemen farkını hissettirebiliyordu Radikal.

Hiçbir zaman yüksek tiraj sevdasına kapılmamıştı. Zaten hedef kitlesi belli idi ve de Türkiye gibi bir ülkede çok kısıtlı bir kesime hitap ettiğini bilmekteydi. Tercihini var olan tirajını daha da arttırmaktan yana değil, zaten halihazırda olan okurlarını daha da memnun edebilmekten yana seçmişti, çok da iyi etmişti. Uzun uzun makaleler, okurlarını değişik konularda aydınlatma amacı ile yapılmış yayınlar, seçici haberler, onu biraz Cumhuriyet gazetesine benzetse de, ideolojik olarak Cumhuriyet ile pek de bir alakası yoktu. Aksine, belki de karşısında sayılabilecek bir yerde duruyordu. Zaten benim bu yazıdaki amacım o taraf veya bu taraf muhabbetine girmek değil. Asıl üzerinde durmak istediğim konu Radikal'in yazılı medyaya getirdiği özgünlük, yenilik ve kalite olguları. Bunları da fazlasıyla başardı Radikal, görüşlerini beğenseniz de, beğenmeseniz de.

Radikal İKİ gibi bir eke sahipti bu gazete. Pazar eki. Şamdan'lara, Keyif'lere veya diğer gazetelerin verdiği magazin ağırlıklı pazar eklerine benzemeyen cinsten. İçeriği, üslubu tartışılabilir. Fakat uzun bir dönem, entelektüel dünyanın temel taşlarından biri olabilmiştir. Hatta Radikal İKİ hayranlığı o kadar ileri boyutlara gelmişti ki, yazısı bu ekte yayınlanan amatör yazarlar sohbet aralarında bunu övünerek ve özellikle belirtmek isterlerdi. Bunların birkaçına ben bizzat tanıklık etmiştim.

Radikal Futbol gibi bir eke sahipti bu gazete. Türkiye'de futbol medyasındaki dinozorlardan, kısır tartışmalardan bizi alıp, futbol üzerine yapılabilecek daha hoş, daha yapıcı ve daha özgün sohbetlere sokuyordu. Bugün ortalıkta fellik fellik aranan yeni nesil spor yazarları, işte bu tarzdan yetişmişti. Futbol ile sinemayı, futbol ile bilimi, futbol ile sanatı bağdaştırıyordu bu neslin spor yazarları. Bunu sevdiriyorlardı da okuyucularına. Erman Toroğlu, Ahmet Çakar tarzı kahve yorumcularının aslında ne kadar yavan ve sığ adamlar olduğunu gün gibi ortaya çıkarmıştı bu ek ve benimsediği tarz. Ulaştığı insan sayısı az olsa da, etkileri spor medyasında kökten değişikliklere yol açtı.



İsmi de Radikal'di, ekleri de radikaldi, spora, kültüre, sanata bakışı da radikaldi. Ama ne kadar radikal olursa olsun, en nihayetinde bir Aydın Doğan gazetesiydi. O eleştirdiğimiz boyalı medyanın çoğunluğunu elinde bulunduran da Aydın Doğan'dı, o boyalara karşı övdüğümüz Radikal de. Aydın Doğan medyasının kurtarılmış bölgesindeydi adeta. Bu da en büyük çelişkiydi galiba. İnsanlar bir yandan gazeteyi çok beğenerek okurken, bir yandan Doğan grubundan böyle bir gazete çıkabilmesini garipsiyorlardı. Fakat bu çelişkiye rağmen Radikal aynı çizgisini ve kalitesini devam ettirebilecek miydi? Asıl soru bu olmalıydı.



Ettiremedi tabii ki de, zaten büyüdükçe kirlenmesinin temel sebebi de bahsettiğimiz patron katıydı. Aydın Doğan'ın, sahip olduğu gazeteler üzerinde, yeri gelince nasıl ince ayarlar yaptığını, çıkarlarına göre elinde bulundurduğu medya gücünü nasıl kullandığını bilmeyenimiz yoktur. E bundan Radikal de nasibini alıyordu doğal olarak. Kendi çizgisiyle asla bağdaşmayacak isimler köşe yazarlığına başlıyor, farklı bir versiyonu olsa da sol olarak nitelendirilebilecek bir gazetede sağın çok bilindik isimleri bile köşe kapabiliyordu.

İşte bir iş adamı patrona sahip olmanın, hele de devlet ile arası sürekli iyi olması gereken bir iş adamı patrona sahip olmanın dezavantajları Radikal'i böyle vuruyordu. En sonunda da, Recep Tayyip Erdoğan'ın bir süre danışmanlığını yapmış, yandaşın önde gideni Akif Beki'yi de kadrosuna katınca, Radikal'in artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini anlamıştım. Kendini özgürlükçü sol olarak tanımlayan bir gazetede Akif Beki hangi sıfatla yazacaktı? Tamamen hükümete yaranma amaçlı bir hamle, tamamen patronun çıkarları ile ilgili bir transferdi.

İşte bu çaresizlikte bir süre daha ite kaka devam etti yayın hayatına Radikal. Ama çok iyi bilinir ki, tavizi bir kere vermeye başlarsanız, gerisi de gelir; ki geldi de zaten. Zalim artık sadece birkaç köşe yazarını değil, gazetenin tamamını istiyordu. En azından başına kendi adamlarından, yandaş bir ismin geçirilmesi şarttı.

Bunun için de bir formül bulundu. Aydın Doğan'ın ekonomi ağırlıklı yayın yapan Referans gazetesi ile, Radikal'in birleştirilmesi gibi bir yol buldular. Aydın Doğan'ın bu seferki ince ayarı da buydu işte. Başına da genel yayın yönetmeni olarak cemaatin adamlarından Eyüp Can'ı geçirme kararı aldılar. Böylece de Radikal'in idam fermanı hazırlanmış oldu. Elde avuçta kalan birkaç kaliteli yazar da, yeni yayın dönemini beklemeden istifalarını verdi. Bundan sonraki süreçte Radikal, artık maalesef radikal kalamayacak. Yakın zamanda diğer yandaş gazeteler gibi ortalamanın altında bir hale gelecek olması da muhtemeldir.

Bir misyonu vardı diyerek kendimizi avutabiliriz belki, misyonunu tamamladı ve gitti diyebiliriz Radikal için. Fakat bunun bir dayatma, hükümete boyun eğme şeklinde olması, göz göre göre, adım adım bu hallere gelinmesi, hiç şık olmadı. Okurlarını üzdü, onlarda bir mağlup olunmuş hissi uyandırdı. Histen de öte, gerçekten de mağlup olundu zaten.

Sonuçta bütün bu yaşananların ardından elde kalanlar, bir mağlubiyet hissi, biraz öfke, çokça çaresizlik ve bunların yanında da özgün haftasonu eklerinin, yenilikçi spor yazılarının, siyasete getirilen farklı yorumların kazandırdığı birikimlerdir.

Peki bu birikimler diğer olumsuz etkileri, mesela bu gelişmeler sonucunda yaşanılan çaresizliği örtmeye yetecek mi? Eğer ki elden hiçbir şey gelmiyorsa, birileri kendi çıkarları için çok değer verdiğimiz şeyleri bir anda silebiliyorsa ve biz de bunu sadece izleyerek yetiniyorsak, merak ediyorum ne işe yarıyor bu birikimler, gayretler, çabalar. Asıl sorun da galiba bu sorunun cevabında yatıyor.

5 Eylül 2010 Pazar

Alışkanlık Yapacak

Malum, US Open'in oynandığı günlerdeyiz. Saat farkı sebebiyle izleyebilmek için gecemiz gündümüze karışıyor haliyle. Ama Roger Federer de bize acımış, son iki yıldır bu özverimizi kendi elinden geldiğince ödüllendiriyor galiba. Yoksa bu iki inanılmaz vuruşun başka mantıklı bir açıklaması var mıdır?

Bu geçen sene, US Open 2009




Bu da bu sene, US Open 2010



Spiker abi de boşuna demiyor herhalde, "He does it again" diye.

Bence Fedex bu fantastik vuruşu yapmaktan vazgeçerse daha iyi olur. Yoksa her US Open zamanı geldiğinde Pavlov'un köpeği moduna geçecek olmamdan korkuyorum doğrusu.

29 Ağustos 2010 Pazar

Referanduma Çeyrek Kala Son Durum

Elimde bir kamuoyu araştırması var. Ağustos ayında yapılmış. Bu referandum sürecinde kamuoyu araştırmalarını pek göremedim nedense TV kanallarında. Belki de ben rastlamamışımdır. Durum böyle olunca da, sonucunu gerçekten çok merak ettiğim bu referandum için yapılmış bir anket var mı diye kendim bakınayım dedim.

Araştırma SONAR'ın. SONAR, Hakan Bayrakçı'ya ait bir araştırma şirketi. Hakan Bayrakçı ise şu anda Sözcü gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor ve AKP'ye muhalif görüşleriyle biliniyor. Ancak SONAR kamuoyunda bilinen ve görece saygın bir şirket olduğundan, araştırmalarını bağlı olduğu fikirlere göre değil, gerçeklere dayandırarak yaptıklarına inanıyorum. Ayrıca, takip edebildiğim kadarıyla son 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde de isabetli tahminler yaptıklarına tanık olmuştum. Bu nedenlerle yaptıkları bu referandum araştırmasını güvenilir buluyorum. En azından fikir vermesi açısından akılların bir köşesinde tutulabilir. Nihayetinde kesin sonuçları referandum yapılmadan kimse bilemez.

Araştırma çok kapsamlı yapılmış. Bu nedenle ben burada ana hatlarıyla değineceğim. İsteyen SONAR'ın kendi sitesine girip daha geniş sonuçlara oradan ulaşabilir.



Görüldüğü gibi oranlar birbirine çok yakın. Her araştırmanın yaklaşık olarak artı eksi 2 puan yanılma payı vardır. Mesela bu araştırma 1 puan yanılmış olsa, sonuç tam tersi olur. Bir başka araştırmacı Adil Gür'ün yine bu referandum ile ilgili bir sözünü hatırlıyorum. Maç ortada, iyi oynayan kazanır demişti Adil Gür. Bu araştırma da bu söylenileni onaylıyor zaten. Çok az bir farkla sonuç çıkacağa benziyor referandumdan. CHP'li seçmenin %7'sinin Evet oyu vereceğini açıklamış olması da bu tablonun en göze batan noktası olsa gerek.



Oyların illere göre nasıl dağıldığına baktığımızda ise, aslında hemen hemen önceki seçimlerle çelişmeyen tablolarla karşılaşıyoruz. Haritanın sol tarafı Hayır ağırlıklı, orta ve sağ tarafı ise Evet ağırlıklı. Zaten ben oldum olası bu durumu anlamamışımdır. Ne zaman ki Türkiye'de bu durumun tam tersi olur, o zaman bir şeyler normalleşmiştir demektir. Çok ayrıntılı olarak işlenmesi gerekir bu konunun aslında. Nasıl olur da görece durumundan memnun, refah seviyesi yüksek kesimler yine görece sol olduğunu iddia eden partilere oy verir de, refah seviyesi daha az ve geçim derdi olan kişiler sağ partilere yönelirler? Eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Bu durumda ya partilerde bir sorun vardır, ya halkta, ya da her ikisinde de.



Araştırma şirketinin yaptığı bir analiz ise, benim de uzun zamandır dikkatimi çeken KUTSAL MERKEZ SAĞ İTTİFAKI. Bu ittifak, bir nevi Türkiye'de sessiz çoğunluk diye tabir edilen kesimlerin oluşturduğu bir ittifak. En son ortaya çıktığı zaman ise 3 yıl önce 22 Temmuz seçimleriydi. Ortlıkta hemen hemen bütün büyükşehirlerde gerçekleştirilen Cumhuriyet mitingleri, solda birleşme, zafer bizim olacak çığlıkları varken, bu sessiz kesimin bu olanlara sadece bir cevabı vardı. Yüzde 47. Kesin ve en etkili çözüm.

İşte bu anketten anladığımız kadarıyla, bu sessiz çoğunluk yine mevzilerine yerleşmiş durumda. CHP'nin Kılıçdaroğlu rüzgarıyla birlikte güçlendiğini gören bu kesim, sola karşı öteden beri gelen bu korku-nefret karışımı duygularıyla, o anda en güçlü olan sağ partide birleşmeyi uygun görüyorlar. Şimdi de CHP'nin güçlendiğini gören bir kısım MHP ve SP seçmeni, tekrar AKP'ye yönelmiş durumda.




Ankette bir soru da genel seçimler için sorulmuş. "Şu anda seçim olsa hangi partiye oy verirdiniz" şeklinde. Bu tablodan çıkan sonuca baktığımızda ise AKP yüzde 37, CHP yüzde 31, MHP yüzde 14 bandında görünmekte. Bu da bize, bu oy oranları ile AKP'nin yeniden tek başına iktidara gelmesinin imkansız olduğunu gösteriyor. Fakat bu sonuçların şu an için ne kadar önemi var derseniz, bence pek yok. En yakın seçime 1 yıl var. Üstüne üstlük arada bir referandum var ki, bırakın seçim sonuçlarını, sistemi bile değiştirebilecek kapasitede bir referandum. Zaten bu referandumdan çıkacak sonuca göre, bütün dengelerin yeni bir şekil alacağını söylemek pek zor olmaz.

Açıkçası bu ankette sonuç Hayır çıkmış olsa da, beni ürküttü diyebilirim. Böyle durumlarda o bahsettiğim sessiz çoğunluk, bir anda birlik oluveriyor ve ortak düşmana karşı gerekeni yapıyor. Referandumda da sırf Hayır sonucu çıkmasın diye, aslında AKP'yi sevmese bile yabancıya gitmesin mantığı ile Evet oyu verebilirler. Bu da zaten bıçak sırtı olan oranları değiştirir ve malum sonucu sandıktan çıkartır. Bakalım, şu an için elden gelecek başka bir şey yok, sessizce sessiz çoğunluğun tercihini bekleyeceğiz.

22 Ağustos 2010 Pazar

Kenan Evren'in Trajedisi



Sözlükte Kenan Evren başlığına geçen gün bir entry döşeneyim dedim. Ne zamandır aklımdaydı Kenan Evren hakkında bir şeyler karalamak. Şu anda neler yaptığını, gelişmeleri hangi duygu ve düşünceler içerisinde izlediğini, kendi yaptıkları anayasanın değişip değişmemesi ile ilgili yapılacak olan referandum hakkında neler düşündüğünü çok merak ediyorum çünkü. Bu soruların hiçbirinin cevaplarını bilmiyorum. Fakat bu yaşanan referandum sürecini hangi psikoloji içerisinde takip ettiğini az çok tahmin edebiliyorum.

İşte bu tahminlerime dayanarak, sözlükte Kenan Evren başlığına bir şeyler yazdım. Epeyce de beğenildi söylemesi ayıp. Fakat yazdıktan sonra farkettim ki, maşallah entry almış başını gitmiş, bloğa koyulabilecek uzunlukta bir yazı olmuş. Bloğun konseptine uyduğu, içinde bulunduğumuz günlerin anlam ve önemiyle örtüştüğü için, yazıyı blogda da yayınlamaya karar verdim. Genelde adetim değildir sözlükte yazdığım yazıları burada paylaşmak ama, bu seferlik bir istisna olsun. Noktasına virgülüne dokunmadan aynen buraya aktarıyorum:

Kenan Evren

Hayatımda; duyduğum, okuduğum, öğrendiğim en trajik olayların sorumlusu olan zat. Ama şu anda kendi içinde bulunduğu durum da, en az sebep oldukları kadar trajik geliyor bana.

Kendisinin emirleriyle asılan insanların yakınları, işkencelerde hayatları kararan insanların bizzat kendileri ve yakınları, yine darbe sonucunda oraya buraya sürgün edilen insanların bizzat kendileri ve yakınları, onu sevmezler. İdeolojik hareketlerine sağlam bir darbe vurduğu için solcular, onu sevmezler. Gerçek anlamda darbe karşıtları -ama bakın gerçek anlamda diyorum, bugünkü anlamında değil- onu sevmezler. Bunları kendisi de biliyor tabi, bu kesim tarafından sevilmemesinin kendisi için zaten pek de bir önemi olduğunu zannetmiyorum.

Ama bu sayılan grupların sayısal çoğunluğu nedir ki. Genele vurduğunda çok az.

Oysa onun, kendilerini anarşiden, silahlı çatışmalardan kurtardığına inanan geniş kitleler, onu sever-di. Onun gelecekteki bir sosyalist iktidardan kendilerini kurtardığına inanan geniş kitleler, onu sever-di. Ve de en önemlisi, yaptığı bu darbeyle, kendi rakipleri olan siyasi aktörleri, ideolojileri, kitleleri politika sahnesinden sildiği için, kendi cemaatlerinin palazlanmasına izin verdiği için, kendi partilerinin mecliste tek başlarına at koşturabilmelerine uygun seçim yasaları çıkarttığı için, bütün merkez sağ cenahı; yani akp, anap, dyp gibi partilerin yöneticileri, Gülen cemaatinin müritleri ve bunlara inanan geniş kitleler, onu sever-di.

Şimdi bakıyorum da, kendi büyüttüğü, kendi yetiştirdiği, kendi beslediği siyasi hareket ve bu siyasi hareketin başbakanı, cumhurbaşkanı, palazlanmasına olanak sağladığı Gülen hareketi, kitleler, kendisine faşist diyor, yaptığı anayasaya lanet okuyor.

Kendi astırdığı gençleri, yine kendisinin arka bahçelerde büyüttüğü hareketin başbakanı, kürsülerden ağlayarak anıyor. Kenan Evren ismine hakaretler düzerek, duygu sömürüleri eşliğinde.


Saddam Hüseyin'i hatırlıyorum; bir zamanlar gayet iyi geçindiği Amerika'nın askerleri, onun ağzında, dişlerinde tarama yapıyordu yakaladıktan sonra, ne acı bir sondu bir diktatör için. Şimdi Kenan Evren'e bakıyorum, kendi yetiştirdiği, büyüttüğü, kolladığı isimler, bir anayasa, bir referandum uğruna artık kendisine lanet okuyorlar. Kenan Evren faşist diyorlar, yaptırdığı anayasaya faşist anayasası diyorlar. Ağlayarak kendisi üzerinden oy toplamaya çalışıyorlar.

Böyle bir trajik sona mahkummuş kendisi demek ki. Yaşattığı onlarca trajediden sonra, kendi payına düşen de buymuş.




Bir yanda Saddam'ın dişleri, bir yanda Tayyip'in gözyaşları.. Ey asılan gençler, görüyor musunuz bunları...