28 Şubat 2010 Pazar

Arsenal Yıllık Diyetini Ödedi


Yaşlı olsalar diyeceğim ki; artık yorulmaya başladılar, vücutları yıpranmaya başladı, bünyeleri artık bu kadar tempoya dayanamıyor. Ama hayır, Avrupa'nın en genç yaş ortalamasına sahip takımlarından birisinin başına geliyor bu talihsiz olaylar, hem de yeni yıldız adaylarının futbol kariyerlerinden 1-1,5 yılı alıp götürecek şekilde. Arsenal ne yazık ki bu yıl da ayak kırılması faciasıyla karşılaştı, bu kez de şanssız isim Aaron Ramsey.

Geçen yıl Eduardo ile üzüldük, o pozisyonu izlemek bile cesaret isteyen bir şeydi, yürek dayanmazdı. Neyse dedik, futboldur, böyle şeyler nadir de olsa futbolun içinde vardır, talihsizliktir diye düşünüp geçiştirdik. Eduardo'nun da sahalara dönüp eski formunu yakalamaya başlamasıyla, o kötü görüntüleri hafızamızdan silmeye başlamıştık. Ta ki düne kadar.


Aslında modern futbola baktığımızda, ben bu tarz pozisyonların yine de -şanslı bir şekilde- az sayıda yaşandığını düşünüyorum. Çünkü takımların oyun yapıları, taktiksel anlayışları öyle bir hal aldı ki, faul yapmak, sert oynamak artık mücadeleci futbol paketi içerisinde bize şirin gösterilmeye başlandı. Ön libero kılığına girmiş futbol kasapları, her maçta rakibine kasıtlı ve çok tehlikeli hareketler yapıyorlar, ama cezaları -genelde- en fazla sarı kart oluyor. Libero kılığına girmiş futbol kazmaları, havada uçan tekmeler savururlarken, cezaları en fazla endirekt serbest vuruş oluyor. Bu şekilde de hem izleyenler, hem de oynayanlar, bu hayvani hareketleri kanıksamaya başlıyorlar. Ta ki bir kemik ortasından ikiye ayrılıncaya kadar.


İşte o zaman yürekler sızlıyor, veryansınlar ediliyor ama, daha 90 doğumlu bir genç yeteneğin de futbol hayatına koskoca bir soru işareti koyulmuş oluyor. Aaron Ramsey daha 20'sinde idi ve de yeni Fabregas olarak anılıyordu. Elbette iyileşecektir, sahalara da dönecektir ama, 2 yıl sonra tekrar bu hareketlerin kendisine yapılmayacağını kim ona garanti edebilir. Faule dayanan oyun anlayışını benimseyen menajerlerin sayısı arttıkça, futbolu güzel oynatmaya çalışan menajerlerin sayısı azaldıkça, daha çok Eduardo'lar, Ramsey'ler ayaklarından olur.

Peki ya müdahaleyi yapan Shawcross'un gözyaşları içerisinde sahayı terk etmesi bir şey ifade ediyor mu?


Zor bir durumda kaldığı kesin, ama benim için bir şey ifade etmediği de bir gerçek. Yazının ana fikrinden de anlaşılacağı gibi, bu adamlar bu tür hareketleri bir defaya mahsus değil, istikrarlı bir şekilde yapıyorlar. Stoke City, Birmingham City, Kayserispor gibi küçük diye tabir edilen birçok takımın oyun anlayışlarında bu var. Abartmadan söylemek gerekirse, bu tarz takımların her iki maçından birinde bu görüntüler ortaya çıkabilir. Ama sanırım futbol tanrıları halen bu oyunu oynamak isteyenlerin yanında, bu sayede de yılda 4-5 defa ile kurtarabiliyoruz.

Eminim yeniden eski günlerine kavuşacaktır Aaron. Avrupa'daki ilk golünü Fenerbahçe'ye attığında, eskiden kalma bir Fenerbahçeli olsam da yine de çok sevinmiştim Ramsey'in ve Arsenal'in adına. Ramsey'in adı geçtiğinde hemen aklıma o golü attıktan sonraki sevinci gelirdi. Ben onu yine o görüntüleriyle hatırlamak istiyorum, bu dünyada futbolun güzel yönlerini seven herkes de sanırım böyle düşünüyordur.

27 Şubat 2010 Cumartesi

İhsan Doğramacı'yı Nasıl Bilirdik!

Adettendir, imam efendi yarın soracak, merhumu nasıl bilirdiniz diye. Arkasındaki kodamanlar da ağız birliğiyle "iyi bilirdik" diyecek. Cenazeye saygı olsun filan diye değil, içlerinden gelerek, utanmadan.

Nasıl iyi bilmesinler ki zaten? Orada yatan adam, üzerine yüklenen misyonu başarıyla yerine getirmiş birisi. 12 Eylül realitesinin en stratejik mevkilerinden biri olan YÖK'ü kurmuş, yıllarca başkanlığını yapmış, görevlerini de layıkıyla!! yerine getirmiştir. Daha nasıl iyi bilmeyeceklerdi ki?

Peki biz nasıl biliyoruz İhsan Bey'i? Hadi bizi geçtik, darbenin hemen ertesinde sırf politik duruşları sebebiyle üniversitelerden uzaklaştırdığı yüzlerce değerli bilim adamı nasıl biliyor acaba? Peki ya saçma sapan sebeplerle okullarından atılan binlerce öğrenci? Bugün Genç Bakış programında yüzleşmek zorunda kaldıkları, seviyeleri sıfırın altındaki üniversite öğrencilerinin bu haline, umutsuz bir biçimde tanık olan binlerce aydın nasıl biliyor acaba Doğramacı Bey'i? O imamın arkasındaki, siyah elbiselerini bezenip siyah gözlükleriyle yastayız imajı vermeye çalışan kodamanlar gibi "iyi bilmeyecekleri" kesin. İmam efendi bi' güzellik yapıp ikinci soruyu da bu bahsettiğim gruba sorsa, şöyle bir diyalog ortaya çıkabilir zannımca:

-Helal ediyor musunuz?
-Etmiyoruz!
-Ediyor musunuz?
-Etmiyoruz!
-Ediyor musunuz?
-Etmiyoruz!


Öldü ölmesine, yok artık ama, eserleri öyle bir yerleşti ki artık bu memlekette, bunu becerebildiği için eminim içi rahat gitmiştir buralardan. Ama eğer oralarda bir yerlerde, bize kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi gerçekten adalet dağıtılıyorsa, bu dünyada yaptıklarının-yapmadıklarının hesabını soran varlıklar gerçekten de varsa, senin mahkemen çok zor olacak İhsan Bey, çok zor.

Gerçekleştirdiği her bir olaya ait sayfalarca analiz yazısı yazılabilir. Hangi amaçlarla, kime hizmet ettiğini belgeleyecek onlarca örnek verilebilir. Ama Türkiye Komünist Partisi güzel bir özet geçmiş sağolsun, biz de aynen buradan alıntı yapalım:

ihsan doğramacı’yı unutmayacağız!

ihsan doğramacı 25 şubat 2010 günü hayatını kaybetti. üniversitelerimiz, akademisyeniyle, öğrencisiyle, çalışanıyla kendisini çok yakından tanımaktadır.

ihsan doğramacı,

* 1915 yılında erbil’de varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğdu.
* 1938'de istanbul tıp fakültesi'ni bitirerek doktor oldu.
* 1954'te ankara üniversitesi tıp fakültesi'nde profesör oldu.
* 1963'te ankara üniversitesi'ne rektör olarak atandı.
* 1968'de iş hayatına atıldı.
* 12 eylül 1980 darbesinin ürünü olan yök’ün başkanlığına getirildi.
* 12 eylül faşizminin üniversite ayağının en önemli aktörlerindendi.
* 1981’den 1992’ye kadar tam 11 yıl boyunca yök’e başkanlık etti.

başkanlığı süresince;

* 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verildi.
* üniversite öğrencilerine potansiyel suçlu muamelesi yapıldı. binlerce öğrenciye disiplin cezası verildi.
* ilk özel üniversite olan bilkent üniversitesi'ni kurdu. böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atıldı.
* sahip olduğu üniversite sayesinde vergi muafiyetinden yararlandı, 50'ye yakın şirketinin kasasını doldurdu.
* bugün, asgari ücrete denk olan harç parasını icat etti.
* kurduğu özel güvenlik şirketleri üniversitelerde görevlendirdi.
* üniversite kampüslerini polis ve jandarmayla doldurdu.
* saç sakal kontrolüne kadar varan baskıcı uygulamalarla 12 eylül'ün kampüslerdeki uygulayıcısı oldu.
* odtü arazisini işgal ederek şirketlerine tahsis etti, adı yolsuzluklarla anıldı.
* üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için her şeyi yaptı. bilimden, aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açtı.
* 1992 yılında yök başkanlığı görevini bıraktı. 1981'den itibaren 25 yıl boyunca intihal (akademik hırsızlık) suçuyla yargılandı.
* doğramacı, yaşamı boyunca abd ile “müttefik” oldu.
* abd, irak'ı işgal ettiğinde sahip olduğu inşaat şirketleriyle irak'ta faaliyet gösterdi. işgalcilere yol yaptı, üs yaptı, havaalanı yaptı.

tarih her siyasi aktörü sayfalarına kaydeder. ihsan doğramacı, yaşamı boyunca yaptığı“icraatlardan” dolayı tarihe geçmiştir. kendisi, üniversitelerin bugün içerisinde bulunduğu durumun başta gelen sorumlularındandır.

ülkemizin aydın akademisyenleri, ilerici bilim insanları ve yurtsever öğrencileri kendisini asla unutmayacaktır.

türkiye komünist partisi öğrenci bürosu

21 Şubat 2010 Pazar

Benim Savcım Senin Savcını Döver

Teker teker işgal edilecekti devletin bütün kurumları, çaktırmadan, hissettirmeden. Yıllar önce Erbakan Hoca'ları meşhur, "kanlı mı olacak kansız mı" sorusunu yumurtlayı vermişti. İşte bu gün anlaşılıyor ki, kansız oluyormuş bu devleti ve kurumları ele geçirme işleri; ama kanlı olanından çok daha acılısı, çok daha sancılısı.

Ah be başsavcım, senin haddine mi cemaatleri sorgulamak, senin haddine mi cemaatleri soruşturmak. Bu zamana kadar cemaatlere dokunanların başlarına gelenler sana örnek olmadı mı da, hala onların ensesine yapışıyorsun, devasa gelirlerinin nereden elde edildiğini araştırıyorsun, devleti ele geçirme çabaları içinde olduklarını ifşa ediyorsun? Ergenekon diye dipsiz bir kuyuları var, o kuyuda bütün düşmanlarını topladıklarını anlamadın mı hala? Seni de bu kuyuya atacakları hiç aklına gelmedi mi? Bak işte, dün, bütün hizmet aşkıyla oturmuş çalışma odasında, delillerini tek tek inceleyen bir Türkiye Cumhuriyeti başsavcısı iken, bugün sen de bir ergenekon zanlısı olmak üzeresin. O kuyuya düşmek üzeresin, seni tutmaya çalışanlar var ama onlar da artık eski güçlerinde değiller maalesef, onlar da yoruldu, çaresiz kaldı.


Yarın belki de seni serbest bırakacaklar, bu dakikadan sonra zaten ne önemi var ki? Sen ertesi gün işini tekrar aynı aşkla yapabilecek misin peki? Her bir yeni dosya açışında, aklına bu yaşadıkların gelmeyecek mi? Senin bütün iştahını almayacak mı bu günlerde başına gelenler? Bu zamana kadar üzerinde çalıştığın, iyi kötü bir yerlere geldiğin meslek sana çok büyük bir kazık attı değil mi? Artık yeni, kimsenin deneyemediği, açılması yürek isteyen soruşturmaları başlatabilecek misin? Yoksa sıradan, gündelik işlerini yaparak mı mesleğine devam edeceksin? Senin bu halini gören genç meslektaşların, hangi cesaretle senin izinden gelebilecek? Sen onlar için bir sembol oldun artık, "bak, adam ol, yoksa senin de sonun onun gibi olur" diyecekler senden bahsederlerken. Daha dün işinde gücünde, temiz bir insan, iyi bir savcı; bugün hapishanede bir zanlı, bir sembol, bir kötü örnek.

Bizler arkandayız demenin bir faydası var mı bilmiyorum. Sen tanıyorsun zaten bizleri, biliyorsun. Manevi desteğimizi şu anda o hapishanede yatarken hissediyorsun, biz de bunu biliyoruz. Ama hayat bir kere daha, çaresizliğin ne kadar acı bir şey olduğunu yüzümüze çarpıyor.

Seni düşünürken, başına gelenleri düşünürken... Ah çaresizlik ah!

4 Şubat 2010 Perşembe

Meclis Meydan Muharebesi

Asya ülkelerinin meclislerinden alışığızdır böyle görüntülere, aslında kendi meclisimizden de aşinayızdır. Merak etmeyin önemli bir şey yok, her zamankinden: Türban ve din sömürüsü.

Ortalıkta kıpkırmızı bir surat. Mazlum rolünü oynamaya iyi hazırlanmış, bunu da iyi uyguluyor kürsüden. Ama adam mazlum rolünü oynarken bile babalanmaktan geri kalmıyor. Ee serde Kasımpaşalı'lık var.


Aslına bakarsanız din sömürüsünden nemalanmakta birbirlerinden farkı olmayan iki parti, yine aynı mevzu üzerinde tartışmakta. Fakat bu sefer biraz kişisel hakaretler filan da rol oynayınca ortalık karışmış, olaylar kişisel boyuta indirgenmiş. Başbakanları kürsüden bağırırken, bunu fırsat bilen birkaç AKP'li yardakçı hemen MHP sıralarına doğru yürümeye başlıyor; başbakanlarının fedaisi olacaklar ya. Bu fırsat bir daha ele geçer mi? Hem de bütün milletin önünde, daha da önemlisi canlı canlı başbakanlarının önünde!

Devlet Bahçeli sabrı bu anlarda yine ön planda. Olayları sadece yerinde oturarak ve dinleyerek takip ediyor. Ama diğer MHP'liler için bunu söylemek çok zor. Üzerlerine yürüyen AKP milletvekillerini de görünce, onlar da çektiler kılıçlarını tabi.

Kavga anının ayrıntılarına girmeyeceğim, herkes tarafından biliniyor zaten. Kırılan gözlükler ve parmaklar, havada uçuşan yumruklar, meclisten hastaneye kaldırılan milletvekilleri, onları ziyarete giden milletvekili arkadaşları vs. Bir yığın şamata yani.


Peki milletvekillerinin neredeyse uğrunda canlarını verecekleri bu mevzu, halkın ne kadar gündeminde?

Bu olay aslında halkın gündemiyle meclisin gündeminin birbirinden ne kadar bağımsız olduğunu görebilmek için çok iyi bir örnektir. Hiçbir zaman memur maaşları için böyle ateşli tartışmalar gördünüz mü, ya da asgari ücret için, ya da bitmek bilmez zamlar için? Dışarıdan bakınca hepsi sanki bir oyun gibi geliyor değil mi? Millet bambaşka alemde, vekilleri bambaşka.

Bir parantez de Recep Tayyip Erdoğan için açalım. Bir kavga gördüğünüzde siz ne yaparsınız? En azından şöyle bir ayırmaya çalışırsınız değil mi, hele de o ortamda yetkili birisiyseniz. Beyefendi, kendi açıklamalarının da ortam hazırladığı kavga çıktığında, bırakın ayırmayı, izleme tenezzülü bile göstermemiştir, aksine ortalıktan kaybolmayı tercih etmiştir. Hem de edeceği iki sözle fedailerini durdurabilecek konumdayken. Ee, nerde kaldı delikanlılık, nerde kaldı Kasımpaşalı'lık...

2 Şubat 2010 Salı

Erman Toroğlu'nun Kovulması Üzerine


Evet belki de yapılması gerekliydi, belki geç bile kalındı ama, bu şekilde olması doğru oldu mu?

Hayatta çok şanslı olduğunu düşündüğüm insanlardan birisidir Erman Toroğlu. Sadece eski bir futbolcu ve hakem olma özelliğini kullanarak, envai çeşit işler yapıyor, halk arasında itibar edilen bir isim olarak anılıyor ve de bu durumundan da yığınla para kazanıyordu. Kendisini hiçbir şekilde yenilemesine gerek yoktu, üslubu kabul görmüştü bir kere insanlar tarafından. Nasıl olmuştu, nerede olmuştu bilmiyorum ama, bir şekilde futbol denilince akla ilk gelen insanlardan biri olmuştu artık Erman Toroğlu.

Şansal Büyüka ile birlikte yaptıkları Maraton programı, ligin canlı yayın hakkı hangi kanaldaysa, orada yayınlanıyordu. Ama bana kalırsa bu programın popülaritesi sadece yayın haklarına sahip olmasından kaynaklanmıyordu. Kendisine has bir kitlesi oluşmuştu artık Maraton'un. Aynı zamanda da, "akşam televizyonda Erman Hoca söyleyecek doğrusunu" cümlesi de futbolcuların ağzına sakız olmuştu artık en ufak bir tartışmalı pozisyon olduğunda. Başlı başına bir fenomendi yani Maraton programı.

Alayına kahve muhabbeti dönüyordu Maraton'da. Pastırma muhabbetinden karı-koca geyiklerine, küfürlü tezahüratlardan el kol hareketlerine kadar ne varsa. Bu muhabbetleri samimi bulanlar için bir nimetti Maraton. Peki ya futbolun güzelliklerini görmek isteyen, maçların derinlemesine analizini izlemek isteyen, maç biter bitmez NTV'de Rıdvan Dilmen'e dönen kitle ne olacaktı?

İşte bu noktada kovulma haberini ve arkasından yapılan açıklamaları ilk duyduğumda, Lig TV'de bir zihniyet değişikliği mi yaşanıyor yoksa diye düşünmedim değil. Yoksa radikal bir karar alınarak, maç bitiminde hemen NTV'ye dönen kitle mi kazanılmaya çalışılacaktı? Ancak gün geçtikçe işin rengi belli oluyor, bu kovulma olayının isteyerek yapılan bir hareket değil, yukarılardan gelen bir dayatmayla olduğu netleşiyordu.

Yeri geldiği zaman herkese sallayan Erman (bu konuda hakkını vermemiz lazım), bunun bedelini elbette bir gün ödeyecekti. Anlaşılan o ki, Aziz Yıldırım artık bu sallamalara dur deme gereğini hissetmiş ve de bunu yapmıştı. Bu noktadan sonra Lig TV yönetimine düşen Erman'a yol vermekti.

Eğer ki bu yaşananlar, geyik muhabbetinden sıkılan ve Lig TV'yi maç yayınları dışında izlemeyen kitle için yapılsaydı, çok yerinde bir hareket olurdu. Yeni dönem için umut beslememize yol açabilirdi Lig TV açısından. Fakat bir dayatmayla yapılması, bana kalırsa kimseye bir hayır getirmez. Eğer Aziz Yıldırım'ı, futbol dünyasının Recep Tayyip Erdoğan'ı kabul edecekseniz, buyrun yolunuz açık olsun. Ama unutmayın ki, tavizi bir kere verirseniz, bir daha arkasını kolay kolay toplayamazsınız.

Manchester United Yenilgisinin Geleceği, Chelsea Maçından Belliydi


Dün akşamki maç saati geldiğinde, aklımda ufak bir şüphe olmakla beraber, gereken derslerin Chelsea maçından çıkartılıp, bu maça öyle çıkılacağını düşünüyordum. Ancak Arsene Wenger benim kendisinden beklemeyeceğim işleri yapmaya devam ediyor, dün de bunu yaptı zaten.

Öncelikle, Arsene Wenger kendi dehasını kullanarak dünya futboluna iki tane yıldız hediye ettiği mevkiye, ısrarla transfer yapmıyor. Henry ve Adebayor dan sonra bir üçüncü yıldız yaratma derdinde olmadığından değil, bir türlü kimseyi beğenemiyor beyefendi. Bu kadar zor mudur bilmiyorum uzun boylu ve teknik bir santrfor bulabilmek. Van Persie sakatlandığı için söylemiyorum bunları, bana kalırsa Van Persie de tam olarak oranın oyuncusu değil. Ama yine de idareten de olsa oynuyordu. O sakatlanınca iyice ayyuka çıktı takımdaki bu sorun. Arshavin'i iki tane stoperin arasında kaybolurken gördükçe, ben televizyon başında kahroldum. Ama anlaşılan Arsene Wenger bu durumdan rahatsız değildi.

Gelelim orta sahadaki sorunlara. Denilson denen oyuncu bu takımda ne iş yapar ben henüz anlayabilmiş değilim. Ön libero desen değil, hücuma yönelik orta saha oyuncusu desen hiç değil. Peki nedir bu oyuncu, dün sahada kaldığı müddetçe ne yaptı? Ya da bu kadar zaman zaten ne yapıyordu? İkinci golde Rooney kaç metre geriden gelip yanından geçerken, Denilson onu izlemekle yetindi. Eboue gibi adam yedek otururken, Denilson nasıl ilk on birde oynar onu da bilmiyorum ya, neyse...

Şu mahalle maçlarındaki gibi bütün takım hücum etme özelliği de ne oluyor artık? Everton geldi yarı sahadan itibaren bomboş bir koşu yaparak 2. golünü attı, Manu geldi 2. ve 3. golünü sadece yarı sahayı hızlı koşarak attı. O sırada maaile hücumda olan Arsenal ise, o yarı sahalar deparlarla geçilirken, sadece eskort görevini yaptı sıkılmadan. Bu takımın kontra ataktan kaç gol daha yemesi lazım acaba önlem alınması için? Her maçta birbirinin kopyası gollerin yenilmesi, bu kadar antrenman ne için yapılıyor sorusunu akla getiriyor doğrusu.

Bir parantez de Manu için açalım. Açıkçası Alex Ferguson almış Arsenal-Chelsea maçının kasetini, bir güzel izlemiş, oyuncularına izletmiş ve de bu maçta Chelsea' nin yaptıklarını yapın yeter demiş oyuncularına. Hızlı çıkılan ataklar, Ferguson'un sahaya çıkarttığı defansif kadro, teknik yönü değil fizik gücü iyi olan oyuncular, Arsenal'in yediği goller, Arsenal'deki kronikleşmiş sorunlar vs. Sanki Chelsea maçını tekrar izledim dün akşam. Bir kez daha kahrolarak, bir kez daha gücümüzün yetmediğine şahit olarak.

Bu maçların bir başka can sıkan özelliği ise, hani bir maç daha yapsak kesin yenerdik diyebilecek durumda olmamamız maalesef. Sanki on maç daha yapılsa bir iki maç berabere biter o kadar, gerisi yine dün akşamki gibi olur diye düşündürüyor sahadaki futbol insanı.

Taraftarı olduğum takımı sahada bu kadar aciz görmekten ben sıkıldım, ama yönettiği takımı bu şekilde görmekten Arsene Wenger sıkılmadı. Ne diyelim, belki alınması gereken dersler bu maçta alınmıştır.