31 Mart 2010 Çarşamba

Bu Eşleşmede Kaybeden Futbol Olacak


Önceleri bir zaman geçirme aracıydı futbol. Uzun yıllar öncesinde oynanmaya başlanmış, oynayanlara büyük keyif vermiş, bulunduğu zamanın da en eğlendirici etkinliklerinden biri olmuş bu oyun. Daha sonra bu eğlenme aracına çeşitli kurallar getirilmiş, bir düzen ve kural içerisinde oynanmaya başlanmış, değişik statülerde değişik yarışmalar eşliğinde işin içine az biraz da rekabet girince tadından yenmez bir hal almış.

Sonraları, geçen onlarca yıl içerisinde, bu oyun büyümüş büyümüş, milyonlarca insanı peşinden koşturacak bir sektör haline gelmiş. İlk başlarda yerel ölçeklerde oynanan bu oyunu, belirli mekanizmalar içerisinde elinde tutmaya başlayan kelli felli amcalar, futbolu zamanın en önemli küresel figürü haline getirmişler. Ululslararası ölçeklerde düzenlenen turnuvalar, artık o tatlı rekabeti bir ego tatmin aracına dönüştürmüş. Yerel bazdaki küçük ve tatlı rekabetler, yerini küresel çapta amansız bir yarışa bırakmış.

Futbolun statüsünü bir yana bırakıp, sahada oynanan oyuna gelirsek, zaman içerisinde onda da elbette büyük değişiklikler olmuş. Milyonların ilgiyle takip ettiği bu oyunun içine, amansız bir kazanma hırsı da girince, üzerine envai çeşit taktikler, teoriler ve kehanetler de üretilmeye başlanmış doğal olarak. Bu süreç oyunun oynanma şekline, imajına, itibarına elbette büyük şeyler katmış. Futbol kendi efsanelerini çıkartmaya başlamış; hem oyuncu bazında, hem taktisyenlik bazında, hem de yorumcu bazında birçok futbol figürü ortaya çıkmış.

Milyonlarca insanı aynı havuzda toplama yeteneğine sahip ender alanlardan biri olan futbol, artık küresel bir oyuncak haline gelmiş. Büyük büyük sponsorluklar, reklam anlaşmaları, gerek yerel gerekse ulusal bazda insanların başarıyı futbola endekslemeye başlaması, insanların bu oyunu hayat memat haline getirmesi gibi faktörler, artık futbolda yanlızca bir şeyi öne çıkarmaya başlamış: NE PAHASINA OLURSA OLSUN KAZANMAK.

İşte futbol, tüm bu bahsettiğim alanlarda gelişirken ve kendini geliştirmeye devam ederken, gerek seyirci sayısı, gerek genel imajı, gerek üzerine konuşulan paralar gibi konularda oldukça ileri bir noktaya gitti. Ama geçen yıllar içerisinde geriye gittiği bir alan vardı. O da futbolu izlerken, ondan alınan SEYİR ZEVKİ idi.

Kelli felli amcalar, bu oyun üzerinde ne pahasına olursa olsun kazanmayı düşünürlerken, bu oyunun seyir zevkini öldürdüler. "Savunma futbolu, mücadeleye dayalı futbol, sonuca yönelik futbol" gibi etiketler içerisinde bize sundukları futbol karşılaşmaları, artık 90 dakikalık işkencelerden öteye geçmiyordu. Heyecansa heyecan, rekabetse rekabet, kazanma hırsıysa kazanma hırsı; evet belki hepsi vardı ama, maalesef bu oyunun içinde artık keyif yoktu. Sanki, içinde onlarca taktiksel varyasyonun döndüğü bu oyunda, denene denene her yol denenmiş ve artık bir noktada futbol kilitlenip kalmıştı.

İşte bütün bu olumsuz tabloyu bozan, hala göze hoş gelen futbol oynama ve oynatma taraftarı, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar da olsa dünyada belli başlı takımlar ve menajerler vardır. Göze hoş gelen futbol oynamayı, artık bir kulüp kültürü haline getirmiş olan BARCELONA ile, göze hoş gelen futbol oynatmayı kendi kişisel ekolü haline getirmiş ARSENE WENGER'in çalıştırdığı takım olan ARSENAL, Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde eşleşti. Gönül isterdi ki bu iki takım finalde eşleşsin, ama futbolun adaletsiz yanı burada yine ortaya çıktı. Bana göre dünya üzerinde şu anda en iyi top oynayan (bakın başarılı demiyorum, top oynayan diyorum) iki takım, şimdi eleme usulü 2 maç oynayacak ve birisi elenecek. Artık ah vah çekmenin bir anlamı kalmadığına göre, bize düşen bu iki mükemmel maçtan alabileceğimiz keyifi sonuna kadar almak. Gönüllerimiz Arsenal'de olaraktan tabi.

Bu orgazmik 2 maçın ilki bu gece 21:45'te. İyi seyirler, gözünüze hoş gelir inşallah...

28 Mart 2010 Pazar

Daum Balı Yine Sahnede


Bu kaçıncı kazanılan derbi Daum yönetiminde bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var, o da bu adamın bu balla daha çok derbi kazanacağıdır. He Galatasaray hak etti mi kazanmayı, tabii ki hayır ama, bilmem kaçıncı maçını sıfır pozisyonla tamamlamasına rağmen kazanan yine Fenerbahçe oluyorsa, bu olay Daum balından başka bir şeyle açıklanamaz.

Büyük maçların genelde zevksiz geçmesi kuralı bu maçta da geçerli oldu. Maçı tarafsız bir gözle öylesine izleyen bir seyirci, "bu muydu sizin merakla beklediğiniz maç?" diye afra tafra yapsa kimse ona bir şey diyemez. Galatasaray'ın seyircinin itelemesiyle de olsa birazcık gayreti, Fenerbahçe'nin kontratağa dayalı futbolu (gerçi bir kere bile kontra atağa çıkamadı o ayrı) maçı zaten yeterince zevksiz hale getirmişti. Oyunun çok durması, iki tarafın da beraberliğe razı bir görüntü vermesi gibi faktörler de eklenince ortaya 2 saatlik bir eziyetten başka bi' şey çıkmadı.

Böyle maçların altın kuralı bellidir. Atan kazanır. Duran toptan ya da saçma sapan bir hatadan gelebilecek golü kim atarsa, o maçı yüzde 90 kazanmış demektir ki, bu senaryo da aynen geçerli oldu bu maçta. Hatayı yapan Galatasaray oldu, maçı kazanan da doğal olarak Fenerbahçe.

Maçın zevksiz geçmesindeki önemli etkenlerden birisi olarak iki takımın da beraberliğe razı bir görüntü içerisinde olmasını göstermiştim. Peki bu maçtan çıkacak bir beraberlik hangi takıma yarıyordu diye sorsak, cevap olarak bu iki takımı da veremezdik. Bu maçtan beraberlik çıkması halinde buna sevinecek tek takım Bursaspor olurdu. O halde iki takımın da işlerine yaramayacağı halde beraberliğe oynaması mantıklı bir şey miydi?

İşte burada o meşhur ezeli rekabetin önemi ortaya çıkıyor taraflar açısından. Bu iki takım için şampiyonluk tabii ki çok önemlidir, ama ilk başta ezeli rakiplerini yenmek, yenemiyorsan da ona yenilmemek hedeftir. Zaten büyük maçların zevksiz geçmesinin temel sebepi de bu düşüncedir: Ezeli rakibini yenemiyorsan da yenilmeyeceksin. Yenilmeyeceksin ki taraftarının yüzüne bakabilecek yüzün olsun maçın ertesi günü. Ama ne kadar kapanırsan kapan, bir hata anı gelir, olmayacak bir top gol olur ve atan kazanır, yiyen kaybeder.

Bir parantez de Özhan Canaydın için açalım. Gerçi onun için ayrı bir yazı yazacaktım ama bu maçtaki bir olay tam üstüne denk geldi, buraya eklem yapmak daha uygun oldu.

Siz bakmayın arkasından herkesin üzüldüğüne, gözyaşı döktüğüne. 6-0'lık mağlubiyet sırasında Aziz Yıldırım'ı tebrik ettiği için hakkında demediğini bırakmayanlar, şimdi çok centilmen bir insandı diye arkasından ağlıyorlar. Peki, centilmenliği için Özhan Canaydın'dan övgüyle bahseden Galatasaray taraftarıyla, bir hata yaptı diye kendi kalecisi Leo Franco'yu kalan 20 dakika boyunca ıslıklayan Galatasaray taraftarı aynı değil mi?


İşte bu yüzden Özhan Canaydın bu ülke spor camiasına katbekat fazla gelen bir insandı. Ondaki spor anlayışı birazcık da diğer yöneticilere veya şu geniş taraftar kitlelerine geçmiş olsaydı, bu gün Türk sporu çok daha iyi yerlerde olabilirdi. Onu anmak için maçın başında alkışlarla saygı duruşunda bulunan seyirci, aynı maçta kendi oyuncusunu bir hata yaptı diye yuhalıyorsa, ne hallerde olduğumuz da çok güzel bir şekilde ortaya çıkıyor demektir, ayna gibi. Ee ne demişler;

Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Lafta çok iyisiniz hassınız da, pratikte bi' şey görünmüyor be abim-ablam. Saygı duruşuna gelince gösteriş olsun diye Canaydın'ı alkışlıyorsunuz da, kendi oyuncunuzu aynı maç içerisinde niye ıslıklıyorsunuz?

Özhan Canaydın çok büyük bir insandı, arkasından ağlayanların hak etmediği kadar büyük...

21 Mart 2010 Pazar

TRT 2'Yİ DE KAYBETTİK

Bir bakıma Türk televizyonlarının kurtarılmış bölgesiydi TRT 2. Hani bazı insanlar vardır, bu ülkeye fazla geliyor bu insanlar deriz, harcanıyor buralarda deriz ya, işte bu ekranlara da TRT 2 fazla geliyordu. Ve onun da ipini çektiler sonunda.


TRT kurum olarak çoğu zaman, dönemin iktidardaki partilerinin kullandığı bir araç olmuştur ama, araç olarak genelde TRT'nin en çok izlenen kanalı TRT 1 kullanılmıştır. TRT'nin diğer kanalları pek iplenmezdi zaten. Muhetemelen çok izlenmediği de bilindiği için, TRT 1 dışındaki kanallara pek elleşilmezdi. Ta ki AKP'nin iktidar olduğu döneme kadar.

Bu hükümetin yaptığı ilk şeylerden biri, kendisine bir yandaş medya yaratmaktı. SABAH-ATV'ler alındı, KANAL 24'ler açıldı, diğer medya organlarına da çeşitli şekillerde gözdağı verildi. Aykırı sesler tutuklandı, aykırı kanallar kapatıldı ya da yandaş iş adamları tarafından satın alındı. Bu arada devletin televizyonu TRT de bu yandaşlaşmaya bir yerinden alet ediliyordu doğal olarak. STV, KANAL 7 gibi kanallardan TRT'ye sürekli transferler yapılıyor, TRT'deki muhalif seslerin yerine bu isimler yerleştiriliyordu.

Bir yandan yönetici kadrolarında bu kadrolaşmalar yapılırken, bir yandan da TRT 1'deki yayın anlayışı da değiştirilmeye başlanıyordu. Eskiden, insanların bir
dakika bile görünebilmek için yıllarca uğraştığı TRT 1 ekranı, birçok yeni yetmeye ev sahipliği yapıyordu artık. Hiçbir zaman reyting kaygısı olmayan, zaten olmaması da gereken TRT 1, özel kanallarla yarıştırılabilecek hale getiriliyordu. Bu hale getirebilmek için de, abuk sabuk programlar yayına sokuluyordu (anlaşılan yönetim reyting alabilmenin bu tarz programlardan geçtiğini iyi biliyordu). Bütün bu yapılan operasyonlarla, TRT 1'in artık bir KANAL D'den, bir ATV'den yayın anlayışı olarak farkı kalmamıştı.

Peki bu arada TRT 2'de neler oluyordu?

TRT 2 her zamanki gibi kimseyi iplemez şekilde, en klas programları, reklamını bile yapmadan yayınlarken beni de bu yayınlarla büyülemeye devam etti. Bir yandan keyifle izliyordum ama, bir yandan da bende ağız dolusu küfür etme isteği uyandırıyordu bu kanal. Yahu bir kanal bu kadar güzel şeyler yayınlar da, bir kere bile reklamını yapmaz mı bu programların kardeşim. Hep böyle yarıdan yakalamak zorunda mıyız! Hiçbir kanalda yayınlanmayan ve yayınlanması da zaten beklenmeyen klas Türk filmleri ve yabancı filmler, hiçbir özel kanalda yayınlanmayan ve bu gidişle hiçbir zaman da yayınlanmayacak olan klas belgeseller, halkı çeşitli konularda bilgilendirmeye yönelik programlar vs. Gerçekten bir devlet televizyonunun yapması gereken şeyleri yapıyordu TRT 2, bir nevi kamu hizmeti veriyordu ekranlardan.

Derken o gün geldi çattı. Bütün bu ele geçirilen yandaş ve yanaşma medya AKP'ye yetmedi, yetmememeye başladı. Sanat ve kültür kanalı olarak tanımlanan TRT 2, artık bir haber kanalı olacak ve ismi de TRT HABER olarak değiştirilecekti. KANAL 7 ve STV gibi kanalların haber servislerinden yeni elemanlar transfer edilecek ve adeta AKP'ye yeni bir haber kanalı sağlanacaktı. Gerçi -caktı, -cekti diye konuşuyoruz ama, bütün bunlar yapıldı bile. Artık TRT 2'yi açtığımızda onun yerine TRT HABER logosuyla karşılaşıyoruz.

Medyayı tümüyle ele geçirmek istiyorsunuz anladık, 1-2-3 yetmez 4-5-6 olsun diyorsunuz eyvallah, ne kadar çok kanal o kadar iyi propaganda mantığını belirlemişsiniz ona da eyvallah, ama bütün olanaklar elinizde be abicim, açın yeni bir kanal daha, çok mu zor? Adını da TRT HABER koyun, çok mu zor? Ne istediniz güzelim TRT 2'den, kendi halinde sessiz sedasız orada duruyordu işte, tanımının kültür-sanat kanalı olması mı sizi rahatsız etti? Bu kadar mı yabancısınız böyle şeylere?

AKP zamanında çok şey kaybedildi, peşkeş çekildi, ona buna satıldı. Ama bu 7 yıllık dönemde beni en çok üzen olaylardan birisi oldu TRT 2'nin kapatılması, belki de en çok üzeni.

ELVEDA TRT 2, ELVEDA İYİ TELEVİZYON...

8 Mart 2010 Pazartesi

Ben Sana Bakan Olamazsın Demedim, Adam Olamazsın Dedim


Hemen hemen herkesin bildiği küçük bir hikaye vardır, bizlere küçükken ders olsun diye büyüklerimiz tarafından anlatılırdı. Kısaca hatırlatmak gerekirse:

Bir adam sürekli olarak çocuğuna "sen adam olamazsın" dermiş. Çocuk nasıl olduysa bir yere vali olmuş. Sonra da tahtına kurulmuş. Adamlarına, "filanca köyde, falanca isimli bir adam var. Onu bana getirin" demiş, adamı getirtmiş. Adam babasıymış. Babasına, "bak gördün mü baba? Bana adam olamazsın demiştin ama ben vali oldum buraya" demiş. Babası da (kendisini ayağına kadar getirttirmesi sebebiyle), "oğlum, ben sana vali olamazsın demedim ki, ben sana adam olamazsın dedim. Hala adam olamadığın da beni ayağına kadar yaka paça getirtmenden belli" diyerek noktayı koymuş.

İşte geçtiğimiz günlerde akıllara bu hikayeyi getiren bir olay oldu:

Münir Özkul'u bilirsiniz, bu bloğun onursal başkanı da sayılır bir bakıma. Canlandırdığı karakterler bizlere sımsıcak duygular tattırır. Aile reisi emekçi Yaşar Usta, idealist bir öğretmen Mahmut Hoca ve daha da niceleri. Her ne kadar bu karakterlerin sanal bireyler olduğunun farkında olsak da, Münir Özkul'un bu rolleri kendisinden bir şeyler katarak oynadığı da gün gibi aşikardır. Bu sanallığı gerçeğe evirten yerdedir Münir Özkul bizim için.

Büyük oyuncunun filmlerinde, çocuğu, öğrencisi rollerinde oynayan isimlerden bile ölenler oldu, ama Münir Özkul ne mutlu bize ki hala yaşıyor. Onu göremesek de, duyamasak da, onun yaşıyor olduğunu bilmek bile bazen insana huzur veriyor. Fakat Yaşar Usta son yıllarda ağır bir hastalık geçirmekte. Adı demans, Türkçesi ileri derecede unutkanlık. Öyle bir unutkanlık ki, sanatçı bazı ölen dostlarının bile halen yaşadığını zannediyor. Bu nedenle artık evinden çıkmıyor, sevenlerim beni eski filmlerimdeki gibi hatırlasın istiyordu. Münir Özkul'un kızı Güner Özkul, babasının bu isteğini yerine getirebilmek amacıyla, onu görüntülemek için gelen bütün teklifleri reddediyorudu.

Peki bu kadar ince bir şekilde düşünülerek yıllardır sürdürülen gizlilik, nasıl delindi?

Geçenlerde rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan Münir Özkul'u hastanede sürpriz bir isim ziyaret etti: Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay. Peşinde basın mensupları, foto muhabirleriyle. Gösteriş yapmanın sınırı yok, hasta ziyaretinde bile arsızlığını gösterdi Bakan Bey. Garibim Yaşar Usta bir, "ne oluyor" bile diyemedi, patlayan flaşlar, etrafında dönen insan kalabalığı. Çaresizlik içinde anlamsızca bakındı tüm bu olanlara.

Ne gerek vardı böyle şaşaalı bir ziyarete? Düşünülmüş, iyi de edilmiş. Bu ülkenin en önemli sanatçılarından birini hasta yatağında ziyaret etmek bir bakanın aklına gelmiş. Bu konuda bile bir çuval inciri berbat etmenin ne alemi var? Ne diyelim şimdi? "Vay anasını, helal olsun ne vefalı bir Kültür Bakanı" mı dememiz mi isteniyor? Bunu düşündürtebilmek için mi bu kadar kamera eşliğinde yapıldı bu ziyaret, herkese duyurulmak mı istendi? Yapılan iş kameralarla ve flaşlarla taçlandırıldı. Hani Münir Özkul’un o ünlü tiradında olduğu gibi, “ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan Yaşar Usta”, Bakan'a, “hayır, istemiyorum” bile diyemedi.

Halbuki zor muydu; usta sanatçıya sessiz sedasız bir ziyaret gerçekleştirmek?

Not: İlgili görüntüleri merak edenler, görüntülere buradan ulaşabilirler. Ne de olsa biz Münir Özkul'u hep filmlerinde olduğu gibi hatırlayacağız, böyle görgüsüzlükler bizim hafızamızı etkilemez.

2 Mart 2010 Salı

Chelsea Taraftarının Ahlaki Yapısı



Yukarıdaki videoyu izleyen birisi, fanatizmin insana, nasıl akla ve mantığa sığmayacak hareketleri yaptırdığına bir kez daha tanıklık ediyor. Biz de bu tanıklar arasına girdik geçtiğimiz cumartesi günü. Hayretler içinde kalarak, aklımızdaki bin bir soruyla birlikte.

Biz Premier League'yi nasıl sevdik, niye sevdik, niye ondan en güzel lig diye bahsettik? Başka hiçbir yerde karşımıza çıkmayan güzel görüntülere ev sahipliği yaptığı için, ezeli rakipleri şampiyonluğu garantilemiş takımın futbolcuları, ezeli rakiplerinin oyuncularını sahaya çıkarken alkışlayarak karşıladıkları için (bizim buralarda genelde dövüyorlar çünkü), rakip takımın oyuncusu sakatlık geçirip sedyeyle saha dışına alınırken, taraftarlar o rakip oyuncuyu ayakta alkışlayarak uğurladıkları için. Daha da çoğaltabiliriz bu örnekleri.

Peki bu öve öve bitiremediğimiz oyuncu ve taraftar yapısı, geçen cumartesi günü nasıl bir kimliğe büründü?

Bir tarafta sevgilisi ve en yakın arkadaşı tarafından ihanete uğramış bir adam; Wayne Bridge. Diğer tarafta da en yakın arkadaşının sevgilisini ayartmış ve aylarca birlikte olmuş bir adam; John Terry.


Merakla beklenen gün gelip çatmıştı. Eski takım arkadaşı olan ve de çok yakın oldukları bilinen John Terry ve Wayne Bridge, malum olayın patlak vermesinden sonra ilk kez, hem de farklı takımlarda karşı karşıya geliyorlardı. İşte takımların el sıkışma zamanı geldiğinde, herkesin merakla beklediği soru cevabını buluyor, Wayne Bridge, Terry'nin elini havada bırakarak yoluna devam ediyordu.

Buraya kadar her şey normal bana kalırsa, verilebilecek en makul tepkilerden birini vermişti Bridge. Ama bir-iki saniye sonra tribünlerden bir yuhalama sesi, bir protesto gürültüsü geliyor bizlere; Wayne Bridge'ye karşı bu protesto. Chelsea taraftarının hoşuna gitmemişti takım kaptanları Terry'nin elinin havada kalması. Peki ya ne yapmalıydı allah aşkına. İsterseniz bir de yanaklarından öpüp, "helal olsun valla iyi götürmüşsün bizim karıyı benden gizli" diye kulağına mı fısıldamalıydı Terry'nin. İşte o bahsettiğmiz fanatizm burada devreye girmişti artık. O anda tribündekiler insanlıklarını bir kenara bırakmışlardı belli ki, artık bir takım taraftarlığından bile öte bir duyguydu içinde bulundukları durum, başka bir yaratık olmuşlardı sanki. Fanatiklik tam da bu bahsettiğimiz yerdeydi işte.


Halbuki bilmiyolar mı onlar, Terry'nin yaptığı iğrençlik, çoğu yerde bir adam öldürme sebebi; yüzlerce örneği var bunun. Kan çıkar dedikleri cinsten. Ortada ağır tahrik var, adam ne yapsın, bir taraftan en yakın arkadaşı, bir taraftan sevgilisi, çocuğunun annesi (gerçi bu bile şüpheli artık). Darbe iki taraftan aynı anda gelmiş, büyük bir yıkım! Belki de yıllarca kendisine gelemeyecek, yıllarca kimselere güvenemeyecek. Bir futbolcunun kariyerinde belki de en fazla yapmak isteyeceği şey olan Dünya Kupası'na katılma fırsatını bile, Terry ile aynı takımda olmamak için elinin tersiyle itiyor; bir daha bu fırsatın eline geçmeyeceğini bile bile, bu kupanın katılabileceği son turnuva olduğunu bile bile. Ama onu bu hale sokanlara verdiği tek cevap, kendisine uzatılan eli sıkmamak, hepsi bu kadar. Ve bunu bile protesto eden Chelsea taraftarı? O tribündeki fanatikler, aynı şey başlarına gelseydi ne yaparlardı acaba? Kafamızdaki bin bir sorudan en fiyakalısı bu soru olsa gerek, aynı zamanda cevabı en belli olanı da...