24 Haziran 2010 Perşembe

Nerede Kalmıştık?

İLHAN CİHANER suçlama-tutuklama-oyalama kıskaçından kurtulup tahliye olduktan sonra, görevine başlayacağı gün görev yeri Erzincan'da çiçeklerle ve alkışlarla karşılandı. Kendisine uzatılan mikrofonlara ise ilk sözü "NEREDE KALMIŞTIK" oldu. Sanki başından geçen bu olaylar ve göz korkutmalar sonucunda, artık cemaatlerle ve devlet içindeki kirli işlerle uğraşmaktan vazgeçeceğini düşünenlere bir cevap verir gibiydi bu sözüyle. Evet evet bence öyleydi ama yorum yine de sizin...








Kendisinin karşılanma görüntülerine buradan ulaşabilirsiniz.

Ayrıca, 4 ay önce tutuklandığında yazdığım yazıya buradan, birkaç gün önce tahliye edildiğinde yazdığım yazıya da buradan ulaşabilirsiniz..

22 Haziran 2010 Salı

Alçaklık, Üç Maymun ve CHP -1-

Popüler kültürle aram pek iyi değildir. Bu nedenle popüler olan, herkesin ilgi odağı olmuş çoğu şey dikkatimi bile çekmez. Sebebini tam olarak ben de bilmiyorum ama, Türkiye'de popüler olan çoğu şey de zaten saçma sapan şeyler olduğu için, bu huyumun bana zarar getirdiğini pek görmedim, hatta karda bile sayılırım.

İşte bu sebepledir ki, CHP'de son zamanlarda yaşanmış ve hem parti, hem de ülke tarihi açısından önemli sayılabilecek gelişmeler hakkında herhangi bir şey yazmadım. Geçmiş zamanda duyduğum ilginç bir araştırma vardı. Bu araştırmaya göre Türkiye'deki insanların toplumsal hafızası en fazla 21 günmüş. Yani ülke gündemini en çok meşgul eden olay bile, en fazla 21 gün insanlarımızın hafızasında yer tutuyormuş, sonra bambaşka diyarlara yelken açarmış toplumsal hafızamız. Ben de itinayla bu toplumsal hafızamızın eşik değerinin geçmesini bekledim. Gerçekten de araştırma bir kez daha kendisini doğruladı, önce Mavi Marmara, sonra da gelen terör saldırısı ile günlerce gündemi meşgul eden Kemal Kılıçdaroğlu rüzgarı da bir anlamda son bulmuş oldu, unuttuk gitti. Şimdi ben de hem hafıza tazelemek amacı ile, hem de söyleyecek iki çift lafım olduğundan, hazır konunun popülerliği bitmiş, 21 gün de geçmişken bir şeyler karalayım diyorum.

Her şey alçakça bir videoyla başladı bildiğiniz gibi, daha sonra gerçek mi değil mi tam olarak da anlaşılamadı aslında ama video amacına ulaştı ve Deniz Baykal görevinden istifa etti. Doğruluğu tam olarak anlaşılamadı dedim, çünkü Deniz Baykal kaset için komplo dedi. Tamam kesinlikle bir komploydu zaten ama, içeriği hakkında herhangi bir yalanlamada bulunmadı. Daha sonra bu gibi teknik işlerle uğraşan bir şirket, bu kasette bilmem kaç tane montaj var dediyse de, şirket CHP'ye yakın bir şirket olduğu için kamuoyunda pek de inandırıcılık sağlamadı.

Şimdi benim burada asıl belirtmek istediğim kasetin içeriğiyle alakası olmayan bir şey. Kasetteki görüntüler gerçek veya montaj, hiç farketmez, hiçbir şekilde insanların siyasi hayatlarını etkilememeliydi. Madem özel hayat diyoruz, madem mahremiyetin korunması diyoruz, o zaman kim kiminle ne yaparsa yapar. İster evli olsun, ister bekar, ister boşansın, ister aldatsın, insan hayatındaki bu gibi gelişmelerin, o insanın özel hayatı dışında herhangi bir etki alanının olmaması gerekir. Tam da olayların bu yönde gelişmesini umarken, Deniz Baykal tam tersini yapıp istifa ederek bu alçaklığı yapanlara prim vermiş oldu, özel hayatının siyasi kariyerini etkilemesine izin verdi. Bu primi vererek, ileride de bu görüntülerle, ama bu sefer başka aktörleriyle karşılaşmamızın yolunu da açmış oldu, bana göre çok büyük bir yanlış yaptı.



Benim şahsi kanaatim, böyle bel altı vurmalardan medet ummak yerine, bütün kesimlerin ortak bir tepki oluşturması gerekir. Bu olaya tepki göstermek yerine, aksine bu kasetten yola çıkarak kendine göre sonuçlar çıkarmaya çalışmak büyük hata olur. Artık öyle görünüyor ki bu tarz görüntüleri elde etmek hiç zor değil, herkesin bu şekilde görüntüleri, zamanı gelince gizli eller tarafından medyaya servis edilebilir. Bu sebeple herkesin, aynı şeyin kendi başına gelebilme ihtimalini de düşünerek, ona göre tavır alması gerekir. Fakat biz bu ortak tepkiyi ne yazık ki bu olayda pek göremedik. En başta Deniz Baykal istifa ederek en yapılmaması gereken şeyi yaptı, çeşitli medya grupları da olayı gündemde oldukça fazla tutarak ve üzerine bir sürü değerlendirme yaparak, bu kahpeliği yapanlara adeta ödül verdiler. Oysa ki ellerinin tersiyle itmek pek de zor olmasa gerekti.

Gelelim sonrasına... Bu şekilde kahpece yapılan bir hareketle, koskoca bir partinin genel başkanının değişmesi, doğrusu benim de içimi sızlattı. Düşünsenize, daha önce kaç kez gidip gelmişsin bu partiye, onca genel kurullar, kongreler, seçimler, Sarıgül'ler devirememiş seni, ama kıçıkırık bir kaset alaşağı etmiş. Yazık değil mi onca emeğe, sen İsmet İnönü'lerden devralmışsın bu koltuğu, bu partiyi, götürüp bir habervaktim (Vakit denen gazetenin internet sitesi olur kendileri) kasetine yedirmek ne kadar doğru? Yani burada bu istifaya gösterdiğim tepki sadece Deniz Baykal nezdinde değildi, aynı zamanda Cumhuriyet değerlerinin Vakit gazetesi haberine mağlup olması gibi bir şeydi bu istifa benim için. İnsanın içini en acıtan şey de buydu galiba.

Neyse ki bütün parti teşkilatında da benzer bir etki yapmış olacak ki, Deniz Baykal'ın geri dönmesi için büyük bir baskı oluştu 1-2 günde. Hatta o da sanki meyilli gibiydi geri dönmeye. Daha önce de istifa etmişliği, sonrasında da geri dönmüşlüğü vardı. Bir Aziz Yıldırımvari hareket daha görmeye hazırlanıyorduk ki, ortaya sürpriz bir isim aday olarak çıkıverdi. Aslında isim sürpriz değildi de, adaylığının zamanlaması sürprizdi. Tüm Türkiye henüz Deniz Baykal'a yapılan bu kahpeliği konuşurken, bu adaylık da nereden çıkmıştı bir anda. Tam Deniz Baykal'ı geri döndürmeye çalışırken, tam ha döndü ha dönecek derken, parti teşkilatının da kafasını allak bullak edecek bir gelişmeydi bu.

Artık olaylar ikinci boyuta taşınmıştı, herkes istifayı konuşurken, bir anda adaylık konuşulmaya başlandı.

Evet, bu tarihi gelişmelerin ilk yarısı işte böyleydi. Olayın Kemal Kılıçdaroğlu boyutu ve sonrasında yaşananlar başlı başına bir yazı konusu olduğu için, ilk yarının son düdüğünü burada çalalım ve ALÇAKLIK, ÜÇ MAYMUN VE CHP -2- başlıklı yazıda tekrar görüşmek üzere diyelim...

20 Haziran 2010 Pazar

Kırıntılarla Elde Edilen Özgürlük

Neler yaşanmadı ki Türkiye'de bu zamana kadar? Siyasette olmamış bir kepazelik kaldı mı, sporda olmamış bir kepazelik kaldı mı, din adına yapılmamış bir kepazelik kaldı mı, ama en önemlisi de, hukuk alanında yaşanmadık bir kepazelik kaldı mı?

Cevap bütün sorular için de ortak tabi ki, kalmadı. Ama bir ülke, iyi yapılmayan bir siyaset olmadan, ahlaklı bir şekilde yapılacak spor olmadan, iyi din adamları ve dinini iyi bilen insanlar yetiştiremeden, kaliteli bir hukuk sistemi uygulayamadan nasıl varlığını devam ettirebilir, nasıl gelişebilir, nasıl güçlenebilir? Türkiye gibi olduğu yerde kalır doğal olarak, hatta daha da geriye gider belki.

Bu saydıklarım arasında bir ülkede yaşayan her bireyi doğrudan etkileyen yalnızca bir alan vardır bence: HUKUK SİSTEMİ. Evet, belki siyasetle ömür boyu işiniz olmayabilir, apolitik bir birey olarak yaşamınızı idame ettirebilirsiniz, sporu sadece başkalarının yaptığı bir eğlence aracı olarak görebilirsiniz, herhangi bir dinin mensubu olmazsınız, bu nedenle dinle de işiniz olmaz. Ama hukuk her alanda karşınıza çıkan bir unsurdur; okula giderken, yolda yürürken, evde otururken. Her şey hukuk kurallarınca belirlenmiş, her hareketinizin ölçüsü bu kurallarla sınırlandırılmıştır. Yani başınıza herhangi bir talihsiz olayın gelmesine, birinin size dava açmasına veya sizin eşinizden boşanmanıza gerek yok, illa ki hukuka ihtiyaç duymanız için. Hukuk zaten sizin hayatınızın ta içindedir. Herhangi bir haksızlığa uğradığınız zaman tek güvenceniz, tek sığınağınız...


Et kokarsa tuz var demiş atalarımız, ardından da sormuşlar, peki ya tuz kokarsa? İşte buradaki tuz kelimesinin karşılığı bana kalırsa hukuktur Türkiye'de. Birisi tarafından haksızlığa uğrarsanız et kokmuş olur, hukuka sarılırsınız, hakkınızı ararsınız, yani tuz vardır nasıl olsa. Peki ya tuz koktuğunda ne yaparsınız?

Derin bir çaresizlik. Yapacak bir şey olmadığından, olayları kabullenirsiniz, eliniz kolunuz bağlı kalır, hapis derlerse hapis, idam derlerse idam, müebbet derlerse müebbet.

İşte Türkiye'de artık tuz koktu. İnsanlar tutuklanıyor; haklarında iddianame yok, mahkemeye çıkarılıyor; herhangi bir suçlama yok, evleri ölüm döşeklerindeyken aranıyor; ortada bir suç delili yok, pişmanlık yasasından serbest bırakılanlar oluyor; ama ortada pişman olan yok... Bunların hepsi hukuk sistemimizdeki kokuşmuşluğu çok iyi gösteren örnekler; daha da çoğaltılabilir rahatça.

Bu kokuşmuş sistemde, karşıt görüşlü kim varsa tutuklamak kolaylaşıyor tabi. İlhan Cihaner olayını bu blogda işlemiştik, dileyen tekrar buradan okuyabilir. Cemaatlerin gelirlerini, etkinliklerini, yasadışı faaliyetlerini incelediği-soruşturduğu için tutuklanmıştı. Aylardır cezaevindeydi ve yargılanmayı bekliyordu. Çetin Doğan ise, Taraf gazetesinde yer alan Balyoz Darbe Planı denilen safsatadan sorumlu tutuluyordu ve bu nedenle tutuklanmıştı, o da aylardır tutuklu olarak yargılanıyordu.





Geçtiğimiz gün bu iki isim serbest bırakıldı. Eninde sonunda bırakılacaklardı, bunu biliyorduk. Böyle safsatalarla ancak gözdağı verebilirlerdi, bunu da insanları içeride uzun süre tutarak yapmaya çalışıyorlardı. Evet hukuk artık kokuşmuştu, ama kırıntıları halen bu insanların suçsuzluğunu ortaya çıkartabilecek kadar vardı bu ülkede. Kokuşmuş hukuk sistemi bu insanları aylarca hapishanelerde tutuyordu ama, halen süpürül-e-memiş olan kırıntılar, eninde sonunda haklıyı haksızı ortaya çıkartabiliyordu; her ne kadar geç olsa da.

Dilerim bu kırıntılar, Ergenekon Davası'ndan içeride yatan ve aslında muhalif oldukları için haksız yere tutulan bütün suçsuz insanlara da yetebilecek kadar vardır. Mesela Mustafa Balbay'lara, Hikmet Çiçek'lere de yetebilir mi acaba bu hukuk kırıntıları? Umarım yeter, bunu zaman içerisinde göreceğiz. Ama şu an için, her ne kadar daha birçok parçamız içeride olsa da, bu iki insan için kutlu olsun bu özgürlük.

Kırıntılarla elde edilmiş bu onurlu özgürlük!!!

18 Haziran 2010 Cuma

2,5 AYLIK BİR ÖZÜR!!

Şimdi efendim, kısaca açıklamak gerekirse, biraz ders çalışmalar, biraz sınav haftaları, biraz gezmeler-tozmalar-farklı uğraşlar derkene, nadide blogumuza zaman ayıramadık. İki buçuk ay gibi uzun bir dönem boyunca, ha bugün ha yarın yazacam düşüncesinde geçmiş gitmiş zaman. Öncelikle böyle üzücü bir durumun bir daha olmayacağı sözünü verip, biraz istem dışı, biraz da istemli olarak vuku bulmuş bu durumdan dolayı, siz bu blogu göz ucuyla da olsa takip edenlerden özürümüzü dileyelim (aman tanrım buram buram nezaket kokusu var buralarda).


Şimdi biz blogu biraz boşladık diye, kimse bize saygısından dolayı hayatını askıya almadı tabi ki. Bu blogda uzun uzun analiz edilebilecek, derinlemesine irdelenmesi gereken bir dolu olay yaşandı Türkiye'de ve dünyada. Ohooo neler olmadı ki: Ligler bitti, şampiyonlar belli oldu, üstüne üstlük Türkiye'de Bursaspor şampiyon oldu, CHP'de genel başkan değişti, Kemal Kılıçdaroğlu başa geldi, maden kazası, terör olayları, Mavi Marmara'lar, anayasa değişiklikleri, referandum, Dünya Kupası, Roland Garros vs. Gördüğünüz gibi bir dolu yeni gelişme. Ama gerek olay sayısının çokluğundan, gerekse de bazılarının güncelliğini kaybetmesinden dolayı, şimdi hepsini burada yeniden değerlendirmek anlamsız. Hem de zaman içerisinde mutlaka lafımız yine oralara gelecek, mutlaka bu durumlarla ilgili yeni gelişmeler olacak; o zaman bu konuları da geniş geniş irdeleriz. Şimdilik bir kenarda dursunlar.

Özlemişim vallahi blogu da, bloga yazı yazmayı da. Bu yazı da küçük bir merhaba yazısı olmuş olsun. Devamı mutlaka gelecek bu 'Merhaba'nın...