31 Ekim 2010 Pazar

Mahalle Karılarının Kavgası Resepsiyon Dinlemez


Her ne kadar İstanbul doğumlu olsam da, küçükken bayramlarda-seyranlarda-bazı yaz tatillerinde annemin peşinde memlekete çok gitmişliğim vardır. Memleket de Anadolu'nun sıradan bir ili olunca, oraların çoğu adetlerine, gelenek ve göreneklerine tanıklık etme fırsatım olurdu bu gezmelerde. Az biraz biliriz yani Anadolu'daki insanların alışkanlıklarını, yaşam tarzlarını filan.

Efendim her ne kadar erkek olsan da, seni gezdiren kişi annen olunca, onun peşinde kadınlarla daha içli dışlı oluyorsun tabii. Zaten o yaşlarda cinsiyetin önemli değildir, önemli olan gezerken senin elinden kimin tuttuğudur. Yani siz bir kız olsanız da, o sırada babanıza emanetseniz, babanızla birlikte erkeklerin meclisinde bulunma ihtimaliniz yüksektir. Ya da tam tersi, erkek olsanız bile eğer annenizle takılıyorsanız, kadınların yoğun dedikodulu ortamlarında bulunma ihtimaliniz yüksektir. Ben de ikinci kategoriye dahil olduğumdan, uzmanlığımı kadın meclislerinde yaptığımı iddia edebilirim kendi çapımda.

Şimdi kadın kısmının kıskançlığını bilmeyenimiz yoktur. Gerçi ben bu tarz özelliklerin, cinsiyete değil kişiliğe bağlı olduğunu düşünsem de, kıskançlık konusunda ibre bana göre de biraz kadınlara dönüyor. Ama yanlış anlaşılmasın, bu karşı cinse olan bir kıskançlık değil, tam tersine hemcinslerine karşı olan bir kıskançlık. Hem de ne kıskançlık, ne çekememezlik.

Siz o altın günlerinde, o boya fıçısına sokulmuş yüzlerin, daha doğrusu o sahte gülüşlerle bezenmiş yüzlerin sahiplerinin, içlerinde neler kurduklarını, aralarında ikili-üçlü gruplar halinde nasıl dedikodu fırtınaları kopardıklarını bilir misiniz? Falancanın kızının filancanın oğluyla görülmesinin, falancanın yeni aldığı pahalı ayakkabının, filancanın kocasının bir haftadır eve gitmemesinin, bu tip toplantıların gizli gündemini oluşturduğunu bilir misiniz? Evet, görünüşte güzel güzel giysiler giyilir, daha önceden belirlenen bir kişinin evine misafirliğe gidilir (bazı yerlerde altın günü derler ama ortalıkta dolar döndüğü de olur), tatlı sohbetler edilir, tuzlu çörekler, ballı börekler yenilir. Ama arka planda, herkesin aklındakiler başkadır; yeni yeni haberler, taze çıkmış dedikodular, o böreklerin hepsinden daha tatlıdır.

Şu üç gün üç gece süren düğünler mesela, ne güzel şenliklerdir değil mi? Eş, dost, akraba bir araya gelir, uzun zamandır görülmeyen yakınlar görülür, hasret giderilir, hem de bir güzel eğlenilir. Tabii görünen yüzü böyledir o geleneksel düğünlerin. Düğün salonlarındaki mutlu aile tablosunun içine az biraz girerseniz, herkesin nasıl da fıldır fıldır etrafı kestiğini görmeniz zor değildir. Yeni gelin eğer az biraz sahnede göbek filan atarsa adı fingirdek olur, yok yerinde usturuplu bir şekilde oturursa, "ay ne somurtkan şey" olur. "Elin ağzı torba değil ki büzesin" sözünün bu ortamlardan çıkmış olması muhtemeldir. Her bir masa, ayrı birer dedikodu demektir. Velhasıl; kıskançlığın, çekememezliğin haddi hesabı yoktur bu ortamlarda.

Şu köşkte verilen meşhur 29 Ekim resepsiyonuna bakalım bir de. CHP katılacak mı, Kılıçdaroğlu katılacak mı, asker katılacak mı derken, çok önemli bir figür güme gitti. Nihayetinde CHP katılımı serbest bıraktı, Kılıçdaroğlu ve asker katılmadı ama, katılmayan bir isim daha vardı: Emine Erdoğan.


Efendim, rivayete göre Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül ile Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan öteden beri pek sevişmezler. Hatta bu durum, Tayyip Erdoğan'ın yerine Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olması ile, yani bu yazı açısından bakarsak, Emine Erdoğan yerine Hayrünnisa Gül'ün first lady olması ile tavan yapmıştı. Pek göz önüne gelmez ama, alttan alta da hemen herkesin bildiği bir vukuattır bu. Geçmişte de bazı yerlerde bu sevişmemezlik durumu kendini göstermiş olsa da, bu resepsiyonda artık iyice su yüzüne çıktı. Katılımcılara davetiyeler eşli olarak gönderilmesine, yani artık türban gibi bir engel de kalmamış olmasına rağmen, Tayyip Erdoğan resepsiyona tek başına katıldı. Yani bir başka deyişle Emine Erdoğan, davete katılıp Hayrünnisa Gül ile karşılaşmak istemedi. Elini ucundan da olsa sıkmayı kabul etmedi. Kocasına sordular Emine Hanım nerede diye, o da; "dünürler misafirliğe gelecek bu gece de, o yüzden evde kaldı" diye cevap verdi. Yersen...

Görüldüğü gibi; kadınların çekememezliği dillere destan, kadınların kıskançlığı düşman başına, bi' kere kin tutmaya görsünler. Allah mahalle karılarının gazabından insanlığı korusun. Ben artık büyüdüm tabii, annem artık öyle elimden tuttuğu gibi yanında sürüklemiyor beni. Ama geçen zaman içerisinde o mahalle karıları da büyüdü. Bakan karısı, başbakan karısı, hatta cumhurbaşkanı karısı oldular. Oldular olmasına da, oralarda bile günleri hala düğün salonlarındaki masalarda dönen kısır dedikodularla geçiyor anlaşılan. Hala zihniyet aynı, vizyon desen zaten yok. "Falancanın elbisesi de ne kadar şıkmış değil mi kız, nerden almış ola?"

- Emine, gelip iki dakika yanımda dursan ne olur sanki, şimdi millet sen gelmezsen bi' ton laf çıkartır yine. Ayıp olacak Hayrünnisa Hanım'a ona göre?

- Israr etme Tayyip, istemiyorum. O kadının yüzünü bile görmeye tahammülüm yok. Birazcık akıllı olsaydın, beni düşünseydin, o resepsiyonu sen verecektin şimdi, yanında da ben milleti karşılayacaktım. First lady ben olacaktım. Ah Tayyip Ah!

29 Ekim 2010 Cuma

Ama Hangi Cumhuriyet?


Adettendir, günün anlam ve önemine dair bir yazı yazayım dedim. Geçtim klavyenin başına, "Cumhuriyet nedir" diye düşündüm, ya da "Cumhuriyet neydi" diye. Kuranların amacı böyle bir şey miydi Cumhuriyet'i kurarken, Türkiye Cumhuriyeti için düşündüklerini tam olarak yapabilmişler miydi acaba? Yoksa geriye savunmasız, armağan edilen toplumun değerini bilemediği, en çok sevenlerinin bile ihanet edeceği bir sistem mi bırakmışlardı?

Bütün bu soruların cevabını düşünürken, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'i kuran, bu güzel günü de kutlamamızı sağlayan Mustafa Kemal Atatürk aklıma düşüverdi. Şimdi bir yerlerden bizi izliyorsa, 29 Ekim 1923'te kurduğu Cumhuriyet'i, 29 Ekim 2010'daki ile kıyasladığında neler hissediyor kim bilir? Aradan geçen 87 yıl içinde, kendi kurduğu rejimin ne hallere getirildiğini görünce iç geçiriyor mudur yukarılardan bir yerlerden? Bunların cevabını tabii ki bilemeyiz, ama ufak bir mantık yürütme ile bazı şeyleri tahmin edebiliriz: Mesela Atatürk ilkelerine bir göz atarak.

Şu Cumhuriyet'in temel ilkeleri olarak kabul edilen, hatta CHP'nin amblemindeki her bir okun bir tanesini temsil ettiği ilkelerden bahsediyorum. Bakalım nedir durumları, geçen 87 yılda ne hallere gelmişler; bir inceleyelim.



Cumhuriyetçilik: Türkiye Cumhuriyeti diyorsak hala, demek ki bir Cumhuriyet'ten bahsedebiliriz. Ama hangi Cumhuriyet'ten, kaçıncısından? Brinci Cumhuriyet miadını doldurdu, artık ikinci Cumhuriyet kurulmalıdır diyenlerin Cumhuriyeti'nden mi bahsedeceğiz; ikinci Cumhuriyet sloganı altında, 1923'te kurulana bok atanların Cumhuriyeti'nden mi? Her yerde görebilirsiniz artık bunları, televizyonlarda, gazetelerde, özellikle de TRT'de çok seviliyorlar bu isimler şimdilerde.

Halkın kendi kendisini idaresi, yani demokrasi demekti Cumhuriyetçilik. Peki demokrasiyi şu anda kim temsil ediyor? Kim demokrasi diye diye en ağır sansürleri, en ağır yıldırma politikalarını uyguluyor? Kim türbana karşı afiş astılar diye, öğrencilere dayak attırıp kapının önüne koyuyor (kendi üniversitemden bahsediyorum)? Karşıt görüşü sindirmek miydi demokrasi? Yoksa kolayca kandırılan, çoğu şeyden bihaber bir toplumdan alınan yüksek oy oranlarını koz olarak kullanıp her istediğini yapabilmek miydi?

İşte Cumhuriyetçilik, işte Cumhuriyet!

Milliyetçilik: Anlamından çok ama çok sapmış bir ilkedir milliyetçilik ilkesi. Kimlerin eline alet olmadı ki, kimler hangi suçları sırf bu milliyetçilik lafına sığınarak işlemedi ki? Bu vatanı seven, bu ülkenin bağımsızlığını isteyen herkesin milliyetçi kabul edildiğini söyleyen Atatürk'ün bu ilkesi, zamanla ırk boyutuna indirgenmiş, Türklük dışındaki diğer etnik kökenleri reddetmeye kadar varmıştır. Tam tersi bir açıdan bakarsak da, günümüzde artık milliyetçilik, Ergenekonculukla bir tutulur olmuş ve statükoculuk adı altında saçma sapan bir sınıfa dahil edilmiştir. Bu iki hastalıklı bakış açısı ise bize, ortada bir terör sorunu ve bölünme tehlikesi bırakmıştır.

Milliyetçi bir toplumuzdur vesselam!

Halkçılık: Aslında halkçılığın direkt olarak kendi tanımını yapsak, başka söze gerek kalmaz. Bu tanıma ne kadar uzak olduğumuzu anlatmak için pek açıklama yapmaya gerek yok.

"Halkçılık ilkesi, sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir bireyin, ailenin, sınıfın veya organizasyonun diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demektir."


Sınıfsız bir toplum mu, o da ne?

Devletçilik: En çok sevenlerinin bile ihanet ettiği bir sistem demiştik Cumhuriyet için. İşte bu da en çok ihanet edilen ilke.

Bugün devletin en stratejik kuruluşları Türk Telekomu'ndan Tüpraş'ına satılırken, altın yumurtlayan tavukları Tekeli'nden enerji şirketlerine kadar peşkeş çekilirken, ilk taliplerinin Cumhuriyet'e sözde en çok bağlı kişilierin-kurumların şirketlerinin olması ne yaman çelişki ama. İş adamlarımızın Cumhuriyet'e olan bağlılıkları, şirketlerinin çıkarlarının olduğu yere kadar görüldüğü gibi.

İşte ortada, elde kalan birkaç kamu kuruluşuyla, özelleştirilmeyi bekleyen birkaç Cumhuriyet kazanımı kurumla, devletçi bir Türkiye.

Laiklik: En sade tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak ifade edilebilir laiklik. Devlet ve siyasetin kurallarına dinin hükmetmemesi için, bunu garanti altına alabilmek için ortaya koyulan bu ilke, ülkemizde bir bez parçasına indirgenmiş olsa da, aslında çoktan vasfını yitirmiş bir ilkedir bana göre.

Dinin devlet işlerine alet edilmesini bu ilke ile engellemeye çalışan Cumhuriyet, bir tarikatın ve o tarikatın yetiştirdiği adamların, devletin en önemli yerlerine;  emniyetine, istihbaratına, hatta devletin idaresine geçmesini ne yazık ki engelleyemedi. Hem de bütün bunlar, yine Atatürk ilkeleri çerçevesinde oldu, ilkeler çiğnenmeden. Fakat pratikte neyin ne olduğunu görmek zor değil. Bir cemaat liderinin ülke yönetiminde bu denli etkili olduğu bir yerde, laiklik ilkesinin ne kadar işlevi vardır; cevabını akıl ve mantık verir zaten.

He türban hala üniversitelere giremedi, buna ne diyeceksin diye soruyorsanız; buyrun, laiklik ilkesinin tadını çıkarmaya devam edebilirsiniz.

Devrimcilik: Cumhuriyet'in kurulmasında en az bağımsızlık aşkı kadar yeri vardır bu ilkenin; devrimciliğin. Peki ya bugün?

Devrim yapmak isteyeni hapislere atan, devrimci kelimesinin korkularak söylendiği, söylenmekten kaçınıldığı bir toplumdur bu toplum. Devrimcilik yasa dışılıkla bir tutulmuş, anarşi ile özdeşleşmiş, akıllara olumsuz bir imaj kazınmıştır.

Harf devrimi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, üniversite reformu... Bunların hepsi Cumhuriyet'in devrimleridir. Ama maalesef devrimler sadece, Cumhuriyet'in kurucusunun yaptıkları ile sınırlı kalmıştır ve o da, öldüğünde bu ilkeyi yanında götürmüştür. Geriye ise devrimciliğin anlamını bile bilmeyen, ultra kanaatkar ve düzen savunucusu bir millet bırakmıştır.


İşte Atatürk'ün 6 ilkesi, işte Cumhuriyet'in temel nitelikleri. Orada 1923, burada 2010. Bugün neyi kutluyoruz, neyin bayramını yapıyoruz diye kendisine sorabilen herkesin bulabileceği cevaplardır bunlar. Ama yeter ki soru sormayı bilsin, neyi kutladığını ve neye sevindiğini anlayabilsin insan, zor değil.

Adettendir diye bir yazı yazalım dedik, aldık başımızı gittik. Şimdi gitmem lazım. İstanbul valisi, belediye başkanı filan Boğaz'da Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla gösteriler hazırlamış. Işık gösterileri, havai fişekler filan varmış, onları izleyeceğim. Bir de bütün ulusal kanallar Atatürk posterlerini filan koymuş logolarının yan taraflarına, millet bayraklar asmış balkonuna. Bunlara kayıtsız kalamam, benim de asmam lazım. Ha bir de Facebook profilime Türk bayrağı, Atatürk posteri filan koymam gerek, arkadaşların çoğu koymuş günün anlam ve önemine binaen, ben unutmuşum. Yapacak iş çok yani, bütün vatani görevlerimi savsaklamışım meğerse. Hadi kaçtım ben, kib öptüm bye...

26 Ekim 2010 Salı

17. Yaş ve Önemi



Her insan için yaş olarak belli eşik noktaları vardır. Kişiden kişiye değişse de, hemen hemen belli yaşlar, insanlar için bazı şeyler ifade eder: Mesela bir dönemin başlangıcı veya bir dönemin sonu gibi. 18. yaş, 20. yaş, 30. yaş, 35. yaş, çoğu insanın, hayatında eşik noktaları olarak gördükleri yıllardır.

Yukarıdaki resimlerdekiler ise farklı bir yaşı kendileri için dönüm noktası olarak seçmişler: 17. yaşlarını. Ben, şahsen hiçbir önem atfetmemiştim kendi 17. yılıma, habersizce gelip geçmişti. Fakat bu şahsiyetler, görünen o ki oldukça stratejik davranmış, ince ince planlar yapmış, o yılki bütün ayların, bütün günlerin önemini bilmişler. Şimdi de bu emeklerinin karşılığını alıyorlar.

Bu eşek kadar heriflerin, suçlarını işledikleri tarihlerde 18 yaşlarını tam doldurmadıkları, o tarihlerde henüz 17 yaşında oldukları için çocuk mahkemelerinde yargılanmalarına karar verildi. Cem Garipoğlu için bu karar daha önceden verilmişti zaten. Geçen gün de, TMK olarak da bilinen Terörle Mücadele Kanunu'nda yapılan değişiklikler sonrasında, Ogün Samast'ın çocuk ağır ceza mahkemesinde yargılanmasına karar verildi. Taş atan çocukları kurtarmak amacıyla TMK'da yapılan değişiklikler, Ogün Samast'ın işine yaradı. Düşünebiliyor musunuz; Ogün Samast neresi, taş atan çocuklar neresi? Ne trajik bir hikaye ama.

Ben tam da Türkiye'ye özgü bir durum olduğunu düşünürken, bu trajedi için aslında en güzel yorumu, 5n 1k programında Ogün Samast'ın avukatı yaptı. Cüneyt Özdemir'in, "taş atan çocuklar için yapılan bu yasa değişikliğinin, ileride sizin işinize de yarayabileceğini hiç düşünmüş müydünüz" sorusuna, bıyık altından gülerek verdiği, "yani düşünmemiştik ama, burası Türkiye, ne zaman ne olacağı belli olmaz" cevabıyla, aslında durumu en kestirme olanından bize özetledi.

Ne denilebilir ki? Her şey yasalara uygun, her şey yasalar çerçevesinde, hukuk dışı hiçbir şey yok. Hukukun kuralları vicdanlara, duygulara, düşüncelere göre işlemiyor. Eğer kanunlar arasında, kendi içerisinde bir tutarlılık varsa, hukukta o iş tamamdır. Burada olan da bu. Eğer çocuklar için yapılmış belli düzenlemeler varsa, bundan herkes faydalanabilir; bir insanı canlı canlı parçalara ayıranı da faydalanır, bir insanı arkasından kalleşçe vurup öldüreni de.

- Bu ülkede 18 yaşından küçüklere çocuk deniliyor mu?
- Evet, 18 yaşından küçük olan herkes çocuk muamelesi görüyor.

- Ogün Samast ve Cem Garipoğlu suçu işlerken kaç yaşındalardı?
- 17.

- Yani?
- Daha çocuklardı.

- Yani?
- Çocuk mahkemesinde yargılanacaklar.

- Yani?
- Daha az ceza alacaklar.

- Peki ya vicdan?
- Ona bok yemek düşer.

He bu arada 17 yaş demişken, hep bu yaş grubunun sefasını sürenlere değinerek olmaz. Onlar kadar akıllı olmayanları, daha doğrusu olamayanları da var aslında. 17 yaşında olmak, kendi iradenle adam öldürmek için yeterli görülmüyor ama, ölmek için, daha doğrusu asılmak için yeterli görülüyor. Yeterli görülmediği yerde de ufak bir bürokratik düzenleme ile yeterli hale getirilip, işlem öyle tamamlanıyor.



- Peki ya Erdal Eren?
- ...

17 Ekim 2010 Pazar

Kelimeler Kifayetsiz Kaldı


Belki binlerce kişi değildik, ama o pencerenin karşısındaki kaldırımı doldurabilecek kadar vardık.


Belki medyada çok ses getirmedik, ama amacımız zaten ses getirmek değil, içimizdeki amatör ruhun bu dönemde bile bazı şeyleri yapabildiğini kanıtlamaktı; başardık da.


Belki Münir Özkul'u tam göremedik, ama onun gönlünün aşağıdaki kaldırımda bizimle olduğunu hissettik, kızının ve eşinin gözyaşlarından bize gönderdiği selamı aldık; çok mutlu olduk.


Evet, bugün boyun borcunu ödedik, vicdanımızı rahatlattık, belki de daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yaptık. Bu yüzdendi herhalde etraftaki insanların hafif şaşkınlıkla bizi alkışlaması, hatta ileri gidip bize katılması.


Hiçbir çıkarı olmayan insanlar, güzel cumartesi günlerinden bir-iki saatlerini ayırıp Cihangir'e geldi. Kimler yoktu ki bu insanlar arasında. Osman Cavcı'dan (nam-ı diğer Zampara Seyfettin) Vedat Özdemiroğlu'na, Mehmet Esen'den Ferdi Atuner'e kadar, hatta Ece Erken'den Nez'e kadar (bunların ne işi vardı la burda) geniş bir yelpazeden insanlar tek bir amaç için toplanmıştı. Münir Özkul ismi aklına gelince içinde bir sıcaklık hisseden, kendini yaşayan efsaneye karşı bir şeyler yapmak zorunda hisseden, en önemlisi de bunu durup durmadık yere yapmak isteyen onlarca kişi geldi, toplandı, yürüdü, alkışladı, slogan attı ve gitti. Hepsi buydu. Hepsi buydu bu olmasına ama, herkes için eminim ki unutulmaz bir gündü. İyi ki olmuş.

Günün İmzası

Bloglar her ne kadar kişisel kullanım alanları olsalar da, kişisel bilgi veya fotoğrafların pek kullanıldığı alanlar değillerdir. Bu sayfalarda da herhangi kişisel bir nesneye yer vermedim daha önce. Fakat bu seferki farklı, hem de benim için çok farklı, tesadüflerin en güzeli. Üstelik bugünkü buluşmanın da dolaylı olarak etkisi var üzerinde. Bu nedenle burada değinmek istedim.

Münir Özkul ziyareti için Cihangir Parkı'nda buluşuldu ve efsanenin evine doğru yürünmeye başlandı. Fakat ben geç kalan arkadaşımı beklemek için parkın oralarda bir müddet daha bekledim. Yürüyüşü yapan grup kopup gitmişti ama biz onlara arkadan yetişecektik. Arkadaşımı beklerken, hemen iki-üç metre önümde, sırtında çantasıyla, önüne bakarak kendi halinde yürüyen bir adam gördüm. Etrafla pek alakası olmadan sessizce kendi yolunda gidiyordu; belki evine, belki işine. Fakat biraz dikkatli bakınca anladım ki bu adam, yaptığı filmlerle, özellikle de yaptığı "Uzak" filmi ile benim sinemaya bakış açımı tümden değiştiren, diğer filmleri ile de bunun üzerine kat çıkan, sinemaya aşırı derecede ilgi duymamı sağlayan, sokakta bu şekilde tesadüfen görünce tepki verebileceğim dört-beş kişiden birisiydi. Bu adam Nuri Bilge Ceylan'dı.

Önce başı önünde kendi halinde yürüyen bu adamı rahatsız etmek istemedim. Salak salak kızların pop şarkıcılarına yaptığı şekilde bir yol kesme eylemi yapmak uygun gelmedi ama, dediğim gibi, bu hareketi yapabileceğim dört-beş kişiden birisiydi Nuri Bilge ve ben de en azından bir tepki verme gereksinimi duydum. Onun öylece önümden geçip gitmesine sessiz kalamazdım. Sonunda gittim yanına ve o da sağolsun beni gittiğime pişman etmedi. Sohbetimizi ettik, fotoğrafımızı çektirdik.


Benim için ne uğurlu bir günmüş ki bu böyle, Yaşar Usta'yı ziyarete gitmek için beklerken, hemen önümde benim için bir başka çok önemli isime rastlıyorum. Vay anam vay! Bi' daha da böyle bir gün gelir mi bilmem. Biraz zor...

Not: Yaşayan efsaneye yapılan ziyaretin haber görüntülerine buradan ulaşabilirsiniz.

15 Ekim 2010 Cuma

Sevgi Duruşu



Bu bloğun onursal başkanı adına bir etkinlik düzenlenmiş, ne de güzel edilmiş. Bu sayfanın en tepesinde yazan sözlere can veren, Arzu Film'in sıcacık aile filmlerinde Adile Naşit'in biricik kocası, şerefli aile babası, Hoca Mahmut, Yaşar Usta...

Başlığa saygı duruşu yazacaktım ama, onu hayatını kaybeden insanlar için yapıyorlar. Bizimki ölen insanlar için yapılanlarından değil, yaşarken değer veren bir organizasyon. Evet, bu ülkede henüz yaşarken kıymeti bilinen ender insanlardan birisidir Münir Özkul. Gerçi ne kadar biliniyor o da sorgulanır da, yine de bu tarz organizasyonlar bile mutluluk veriyor insana. Kaç kişi için henüz hayattayken böyle buluşmalar düzenlenir sonuçta? Akıl edenlere, gerçekleştirenlere, organize edenlere, katılacaklara şimdiden selam olsun. Duyunuz, duyurunuz...

"Alt tarafı sofraya bir tabak daha fazla koyulacak."
- Yaşar Usta

12 Ekim 2010 Salı

Kutsal Merkez Sağ İttifakı

Ben demiştim demeyi sevmeyenlerden değilim, severim. Bu yüzden burada kullanmakta da bi' mani görmüyorum; ben demiştim. Kutsal merkez sağ ittifakı demiştim, korkuyorum demiştim, bu sessiz çoğunluk ne zaman ne yapacağını iyi bilir demiştim, yüzde 47 iyi bir göstergeydi demiştim, solda bir yükselme oldu mu bunlar anında birleşiverirler demiştim. Bunların hepsine burada, özellikle de son paragrafında değinmiştim.


Tarihi bir süreci geride bıraktık ve arkasından yeni bir sürece de giriş yaptık. Artık eskisinden çok farklı şeylere tanıklık edeceğimiz kesin. Bu çıkan EVET kararının etkilerini uzun yıllar birlikte göreceğiz, yaşananları hep birlikte izleyeceğiz. Türkiye için yeni bir dönüm noktasıdır 12 Eylül 2010 tarihi.


Referandumda çıkan EVET kararının olası sonuçlarına bu yazıda pek girmek istemiyorum. Zaten ilerleyen günlerde yaşayacağımız çoğu yeni gelişme bu sonuçla ilgili olacağından, gereken yerlerde tekrar referanduma atıflar yaparız. Bu yazıda, çıkan EVET kararıyla ilgili değil, bu kararın nasıl çıktığıyla, daha doğrusu bu oranların bize neler ifade ettiğiyle ilgili bir şeyler yazacağım. Önce parti parti incelemekte, arkasından da göze çarpan birkaç noktaya, ile ve ilçeye değinmekte fayda görüyorum.

AKP: Referandumun kesin kazananı olmuştur. Adeta şimdiye kadar uyguladığı politikaların, yol ve yordamların, baskıcı yöntemlerin güvenoyunu almıştır halktan bu referandumda. Bunun ileride daha da baskıcı bir yönetim şekliyle karşılacağımızın habercisi olduğunu söyleyebilirim. 2002'den beri seçim kazanmaya alışmış bir partiden bahsediyoruz. Alışmış kudurmuştan beterdir demişler.

CHP: Referandumun gizli kazananıdır. Kazanan sözü belki bazılarına abartı gelebilir. Hem de kaybedilmiş bir halk oylamasından bahsediyoruz. Ancak birazcık detaylı incelediğimizde, HAYIR oylarının çoğunlukla CHP'ye ait olduğunu, yüzde 42'lik oyun en az yüzde 33-35'lik bir kısmının CHP'nin kendi oyları olduğunu görmek çok zor değil. Bunu HAYIR oyu veren illere, ilçelere baktığımızda kolaylıkla anlayabiliriz. 2009 yerel seçimlerinde belediyesini kazandığı hemen hemen her yerden HAYIR oyu çıkartmayı başarabilmiştir CHP. Bu illerin yanına yeni iller eklemesi de CHP'nin lehine bir gelişme. Yüzde 35'lik bir oy oranı, CHP'nin tarihi günler yaşadığına işaret ediyor bana göre. Bu başarıyı 10 ay sonraki genel seçimde elde edilecek yüksek milletvekili sayısı ile taçlandırmak da, parti yönetiminin en önemli görevi olmalıdır. Unutmayalım ki AKP, siyaset sahnesine giriş yaptığı ilk seçimde, %34'lük bir oy oranı ile tek başına iktidara gelmişti.

MHP: Referandumun kesin mağlubudur. Aslında mağlubu diyorum ama, bunu derken şunu da sormak gerekir. Kime göre, neye göre mağlup? MHP'nin EVET oyu veren seçmeni kendisini mağlup hisseder mi? Sonuç kendi istediği yönde çıktığından hissetmez. Bu nedenle sözü edilen mağlubiyet, parti yönetimi katında olmuştur. Tabanları bu referandumda kendilerinden farklı bir duruş sergiledi. MHP seçmeni, bu referandumda sonuçlara yön veren kitle oldu. Bu partiyi, tabanıyla olan ilişkisini ve son zamanlarda eski ülkücü sıfatı altında ortalıkta dolaşan bir dolu adamın referandumda EVET oyu vermesini ayrıca bir incelemek lazım. MHP, bu referandumda resmen kendi içinden vuruldu; kendi kitlesi ve eski mensupları tarafından.

BDP: Bu parti açısından referandumda ortaya karışık bir durum ortaya çıktı. Hakkari, Diyarbakır gibi illerde verdikleri boykot kararı ile katılımı çok düşük seviyede tutabilmiş, ancak belli illerde pek etki gösterememiştir. Fakat Hakkari'deki katılım oranının sadece %9 olması, referandumun en dikkat çekici istatistiklerinden biri olmuştur. En nihayetinde referandum sonuçlarının, BDP yönetimini kestiğini düşünüyorum.

Partiler bazında ana hatlarıyla birkaç değerlendirme yaptıktan sonra, dikkatimi çeken birkaç ayrıntıya da değinmekte fayda var. Bunları da başlık başlık sıralayalım.

Bursa - Kocaeli - Sakarya Triosu

Aslında son birkaç yıldır dikkatimi çeker bu üç il. Orta Anadolu ile kıyaslanamayacak olanaklara sahip, sanayisi gelişmiş, diğer illere nazaran eğitim seviyesi daha yüksek iller olarak bilinir buralar. Ancak dikkat ederseniz, son yapılan seçim ve referandumlarda, hep AKP lehine sonuçlar çıkartmışlardır; hem de azımsanmayacak oranlarda. Konya-Kayseri-Sivas triosu kadar bilinmez ama, bu şehirler de AKP'nin kalesi haline gelmiştir son yıllarda. Sonuç tablosundaki yeşilli yerlerini alırlar; kendi renkleri yeşil olduğundan değil, hep yeşile oy verdiklerinden. Artık gözümde Konya-Kayseri-Sivas triosundan pek bir farkları yoktur. Gidişattan memnunlardır. Bir bakıma gizli ibnelerdir.


Artvin ve Tunceli

Yemyeşil haritanın içinde nasıl da parlıyorlar ama. O sürü psikolojisinin hüküm sürdüğü, bu ülkenin baş belası Orta ve Doğu Anadolu'da, Karadeniz Bölgesi'nde, hemen belli ediyorlar kendilerini. Pırıl pırıl, kıpkırmızı. Benim için Kadıköy veya Beşiktaş gibi ilçelerden yüksek oylarda HAYIR çıkmasından katbekat daha değerlidir buralardan çıkan kırmızı sonuçlar.


Ntv - Cnntürk; Tarhan Erdem - Adil Gür Yarışı


2007'deki genel seçimlerde Tarhan Erdem nokta atışları yaparak açık ara galip gelmişti bu yarışta. AKP'nin %47'lik oranını hatasız tutturmuş, CHP ve MHP'nin oranlarında da hatasız tahminler yapmıştı. CNNTÜRK bunun reklamını epeyce yapmıştı, e haklılardı da.


2009'daki yerel seçimlerde Tarhan Erdem NTV'ye, Adil Gür ise CNNTÜRK'e geçti. Fakat bu sefer de tahminlerinde isabet sağlayan isim Adil Gür olduğundan, kazanan yine CNNTÜRK olmuştu. Tarhan Erdem 2009'daki seçimde, AKP'nin oranlarının %50'ye yakın olduğunu söylemiş, sonuçta AKP %39 oy alınca da karizmayı fena çizdirmişti.

Bu referandumda ise NTV sonunda muradına erdi. Tarhan Erdem'e bir kez daha güvendiler ve onun anketlerine yer verdiler ekranlarında. Tarhan Erdem ise EVET oyu oranlarının bu kadar yüksek çıkacağını tahmin ederek, NTV'nin güvenini boşa çıkarmadı. Adil Gür ve CNNTÜRK ise bu kez yenildi.

Maltepe

Bir yorum da kendi ilçeme göndereyim değil mi? Önce 2009 yerel seçimlerinde CHP'li bir belediye başkanı seçerek, arkasından da 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu'ndan HAYIR kararı çıkartarak bir alkışı hak ediyorlar gerçekten. Buradan blog aracılığı ile Maltepe halkına seslenmek istiyorum:

"Noluyonuz la Maltepe halkı, oldum olası küfür ediyorum lan ben size. Hoop, nerdeyse gurur duyacam olum sizinle. Adam olun lan, ben küfretmeyi özlerim ona göre!"

Her şey bir tarafa biraz ciddi olmak gerekirse, 70'lerde ve 80'lerde yoğun göç alarak büyüyen bu ilçe, ilk kuşağın çocuklarının da artık oy verecek çağlara gelmesiyle (benim de içinde bulunduğum kuşak) kimlik değiştirmeye başladı. İkinci kuşakla birlikte artık şehirli sayılabilecek bir seçmen kitlesine sahip ve bunun etkileri siyasi tercihlere de yansımış durumda. Ayrıca CHP Maltepe İlçe Başkanlığı'nın da çok etkili çalışmaları bu tercihlerde etkili olmakta.

En başa dönecek olursak; şaka lan şaka. Ben alışmaya başladım olum bu halinize, hatta sevmeye de başladım. Siz yeter ki böyle devam edin. Arada ÖDP'yi filan da unutmayın. Ben küfür etmesem de olur.


İşte böyle a dostlar, acısıyla tatlısıyla (sonuçları acı oldu gerçi) bir referandum süreci bitti gitti. Fakat dediğimiz gibi, bu referandumun sonuçları çok kapsamlı olacak; öyle bir yazıya sıkıştırılamayacak kadar sık önümüze gelecek bu sonuçlar. Hatta şimdiden etkileri hissedilmeye başlandı bile. Bakalım sonu nereye kadar gidecek...

12 Eylül 2010

Geçen ay bugün, enteresan bir gündü. Benim adıma çok önemli olan 3 tane yarışmanın finali, 12 Eylül 2010 tarihinde toplanmıştı. Kendi kendime istatistikler çıkarıyordum, üçünde de istediğim sonucun çıkmasını istemek biraz açgözlülük olur diye, 2-1'lik sonuca da razıydım. Özünde mütevazı bir insanımdır yani.


Saat sırasına göre gidersek, ilk yarışma Anayasa Değişikliği Referandumu idi. Benim açımdan en önemli olanı da buydu gerçi. Sonuçta diğer iki final en nihayetinde spor müsabakasıydı ancak referandum, bu ülkenin geleceği açısından çok önemli bir dönüm noktasıydı. Dolayısıyla en ağır yenilgi bu mevzide alınmış oldu. Ayrıntılarına burada değindik zaten.


İkinci final, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası finaliydi. ABD ile Türkiye basketbol milli takımları arasında oynanan karşılaşmada, ABD'ye karşı alınan yenilginin, ağır referandum yenilgisinden sonra pek de bi' önemi yoktu aslında. Geldi ve geçti. Ancak ödül töreni sırasında RTE ve Abdullah Gül'ün seyirciler tarafından ıslıklanması gecenin öne çıkan olayı oldu. Referandumda alınan yenilgiden sonra, salondakiler hıncını bu şekilde çıkarıyordu anlaşılan.


Son final ise US Open 2010 finali idi. Rafael Nadal ile Novak Djokovic arasında gecenin ilerleyen saatlerinde oynanacak olan müsabakaya artık teselli ikramiyesi gözüyle bakıyordum. En azından, bu düzenli olarak kaybetme psikolojisini biraz olsun atlatabiliriz diye heyecan içinde destekledik Novak Djokovic'i. Fakat bunda da sonuç hüsrandı. Rafael Nadal galibiyeti ile birlikte, 3. finali de kaybetmiş olduk.

Bugün düşündüm de üzerinden tam bir ay geçmiş bunların. Hani güneş tutulmaları için, ay tutulmaları için, derler ya bir daha falanca yıl sonra ancak görülebilecek olaylar diye, böyle üst düzey üç olayın da aynı güne gelmesi bir daha denk gelir mi bilmem. Hani ben 2-1'e bile razıyım diye düşünüp 3-0 yenilirken, millet Ramazan bayramı ile referandum sonucunu birleştirip çifte bayram yapmış haberimiz bile yok. Fakat heyecanlandık mı, heyecanlandık. Zevk aldık mı, her şeye rağmen yine de aldık. Tadını çıkardık mı, çıkardık.

Yazdıklarımın tenis ve basketbol finalleri ile ilgili olanları biraz şakayla karışık olsa da, referandumda çıkan sonuç nedeniyle açıkçası ilk başlarda gerçekten hevesim kaçmıştı, direncim kırılmıştı. Buraları da sahipsiz bırakmıştık geçen bir ay boyunca ama nafile, bir anlamı yok. Şöyle bir düşündüm de, bu millet Cumhuriyet tarihi boyunca ne yanlış kararlara imza atmış, kimlere oy vermiş de başa getirmiş, say say bitmez. Bu referandum da sadece bunlardan birisi oldu. Bu nedenle daha fazla geçmişte takılmanın bir alemi yok, artık önümüze bakmak, bu kara günü unutmak lazım.

"Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım."