24 Kasım 2010 Çarşamba

Öğretmen misiniz?


24 Kasım geldi ya, gün boyunca öğretmenlerin durumu, yaşam koşulları, gereksinimleri vb. bir dolu istatistik gözümüze sokulur artık. Şüphesiz ki durum vahimdir; öğretmenlerin koşulları iyi değildir, sözleşmeli öğretmenlerin durumları kötüdür, dershane öğretmenlerinin durumu daha da kötüdür. Bunlar üzerinde herkes hemfikir, kimsenin itirazı olamaz. Peki ya öğretmenlerin mesleki yeterliliği nasıl, bu alanda durum nedir? Öğretmenlerin ultra övgülere tabi tutulacağı bugün, bu yazı olaya biraz farklı açıdan bakmaya çalışsın.

Hep düşünmüşümdür; eğer sıradan bir çocuktan bahsedersek, bir mahalle muhtarı bir validen, bir belediye başkanı bir başbakandan, bir öğretmen bir cumhurbaşkanından çok daha fazla etkileyebilir bir çocuğun hayatının alacağı şekli. Evet; vali istediği kadar en yetkili idari amir olsun, muhtarın mahalleye yaptıracağı iki basketbol potası, bir çocuk için çok çok daha önemlidir. Başbakan istediği kadar bu ülke benim havalarında dolaşsın, bir belediye başkanının ilçeye kuracağı kültür merkezi, çocuğun hayatına doğrudan etki edebilir. Cumhurbaşkanı istediği kadar bu ülkenin en yüksek rütbeli adamıyım diye kasım kasım kasılsın, bir öğretmenin öğrenciyi doğru alanlara yönlendirmesi, o öğrencinin hayatına çok daha derinden etki eder, onun yaşamına yön verir.

Mahalledeki potayı gören çocuk, o potada basketbol oynarken vali mi gelecek aklına? Daha küçük yaşlarda basketbola başlayabilmenin etkisiyle, belki ileride çok iyi bir basketbolcu olacak, olmasa da en azından bir meziyet kazanmış olacak; muhtar sayesinde. Bir kültür merkezinde izlediği oyundan etkilenen bir çocuğun aklına başbakan mı gelir? Belki de izlediği oyundan etkilenecek, öyle bir oyun yazabilmeyi hayal ederek kendini o yönde geliştirecek. Ya da öyle bir oyunda oynayabilmeyi hayal edecek ve tiyatroya yönelecek; başbakan da kim oluyor, o kültür merkezini yapmayı akıl eden belediye başkanı varken? Öğretmeninin kendisindeki yeteneği keşfetmesiyle müziğe yönelen bir öğrenci için, cumhurbaşkanı da kimmiş? O noktadan sonra öğretmenidir onun cumhurbaşkanı, hatta annesi, babası.

Muhtarı ve belediye başkanını günün anlam ve önemi gerekçesiyle bir kenara bırakırsak, yukarıdaki şartlara uygun, belli bir vizyon sahibi, idealist, kendisini öğrencisinin gelişebilmesine adayan, ondaki değerli yanları ortaya çıkartan, daha doğrusu ondaki değerli yanları ortaya çıkartabilme kapasitesi olan, kaç tane öğretmen vardır bu ülkede? Herkesin yolu az çok bu ülkenin okullarından geçmiştir, sorunun yanıtını herkes kendince verebilir. İşte öğretmenler günü, bunların da düşünülmesi gereken gündür.

Yazının başında da belirttim; mutlaka sorunlar büyüktür, şartlar zordur. Ama bir gerçeği kabul etmek gerekirse, öğretmenlerimizin de durumu pek iç açıcı değildir. Sınıf öğretmenlerinin tek derdi okumayı yazmayı öğretmekse, branş öğretmenlerinin tek derdi o günkü konuyu anlatıp gitmekse, müzik öğretmenlerinin tek derdi notaları ezberlettirip birkaç marş söyletmekse, beden eğitimi öğretmenlerinin tek derdi takla attırdıktan sonra sınıfı serbest bırakmaksa, resim öğretmenlerinin tek derdi ağaçlar ve bulutlarsa... İşte öğretmenler günü, bunların da düşünülmesi gereken gündür.

Şu beden eğitimi öğretmenleri mesela. Dört yılda bir, olimpiyatlarda ülkece rezil olurken, hiç kendilerinde suç bulurlar mı acaba? Kendilerini sorumlu hissederler mi bu durumdan? "Yahu her gün benim önümden yüzlerce öğrenci geçiyor, bunların arasından hiç mi herhangi bir spor dalında yetenekli öğrenci yok, hiç mi belli bir spor dalına yönlendirilebilecek öğrenci yok, hiç mi milli takıma girebilecek öğrencim yok" diye düşünürler mi acaba? Yoksa ertesi gün de bir iki jimnastik hareketinden sonra, "Haydi çocuklar, serbestsiniz" mi der; ekranda Çinli sporcuların hemen hemen her dalda aldıkları madalyaları izlerken.

Şu müzik öğretmenleri mesela. Bu ülkede yer etmiş zevksizlikleri, yerlerde sürünen müzik kalitesini gördükçe hiç sorumluluk hissederler mi acaba? Kaç öğrencisinde bir yetenek keşfetmiştir de, onu konservatuara yönlendirmiştir? Kaç öğrencisini bir enstrüman çalmaya teşvik etmiştir? Yoksa çok güzel şeyler tabii, nota öğretip marş söyletmek; büyük beceri ister!

Şu resim öğretmenleri mesela. Sergileri ne kadar takip ederler, sergilere ne kadar gezi düzenlerler, öğrencilere bu alışkanlıkları aşılama gibi bir dertleri var mıdır? Herhangi bir sergide gördükleri bir resimi değerlendirebilme yeteneğini öğrencilerine kazandırabilirler mi, ya da öyle bir yetenek kendilerinde var mıdır? Yoksa onlar için, kağıtta ağaç ve bulutların doğru yerlere koyulması, daha mı önemlidir?

Şu sınıf öğretmenleri mesela. Genelde orta yaşın üstü kadınlardır bunlar. Okuma-yazma öğretirler, toplama-çıkarma öğretirler, hayat bilgisi öğretirler. En önemli sosyal aktiviteleri, öğretmenler odasında dedikodu yapıp, okul aile birliğinin düzenlediği gezilere filan en önden katılmaktır. Altın günlerini pek severler. Aslına bakarsanız, çoğu öğretmen gibi ev kadınlığından bozma birer öğretmendirler. Çoğunda vizyon yoktur, belli bir amaçları yoktur, koskoca beş yılı birlikte geçirdikleri öğrencilerine de katacakları herhangi bir şey yoktur. Ne bir kitap okuma alışkanlığı, ne de başka bir sosyal özellik.

İşte branş öğretmenleri. Küçük küçük kızlarımız, üniversitelere gittiler, dört yıl boyunca bölümlerini okudular. O da yetmedi bir de üstüne formasyon eğitimlerini aldılar. KPSS'lere girdiler. Sonra da oturdular evlerinde atama yapılmasını beklediler. Bazılarının ataması yapıldı, bazıları beklemeye devam etti. Ataması yapılanlar sözleşmeli öğretmen oldu, hayatın çetin yüzüyle karşılaştı. Ataması yapılmayanlar KPSS'de derin ilişkiler gördü. Haksızlığa uğradı, itiraz etti. Evet, o dört yıllık üniversite hayatları boyunca, okulundaki eylemlere, okulundaki  protestolara bir kez bile katılmayan, hatta eylem yapan öğrencilere burun kıvıran bu Fen-Edebiyat fakültesi öğrencileri, bu küçük küçük kızlar; bir de bakmışsınız örgütlenmiş, eylem yapıyorlar, protesto ediyorlar, sözleşmeli değil kadrolu olmak istiyoruz diyorlar, KPSS'de cemaat soruları çaldı diyorlar, direneceğiz diyorlar. Yok canııım, başlarına geldiği için değil, özlerinde çok anarşik bir yapıları vardır zaten, o yüzden! Günaydın canım, günaydın.

Ne demişti Çöpçüler Kralı'nda Kemal Sunal, kendisine çöpçülüğü bırak şarkıcı ol diyenlere: "Deli misin be, belediyeden sağlam kapı mı var? Emekliliği var, sigortası var, yılda iki takım elbise..." Heh işte, bizim öğretmenlerimiz için, bizim küçük küçük kızlarımız için de, çöpçü Apti'nin bu sözleri cuk oturur. Hatta daha da fazlası. Hafta içi en az bir gün boş, en az üç ay tatil, anne-baba sağlık güvencesine girer, çoğu yerde indirim, emekliliği var, sigortası var, yılda iki takım elbise... Onlar için bu güvenceler sağlandı mı mesele tamamdır. Bu noktadan sonra ne bir kendini yetiştirme çabası, ne de bir kendini güncelleme gereksinimi duyarlar. Yılda iki takım elbisesi tamam mı, tamam.


Şüphesiz çok daha fazlasına layıktır öğretmenler; ama hangi öğretmenler?

Eminim herkesin eğitim hayatı boyunca unutamadığı öğretmenleri olmuştur. Onlar da zaten yukarıdaki olumsuz özelliklere uymayanlardır genelde. Benim de var böyle öğretmenlerim tabii ki. Ama onlarca öğretmenle karşılaşmış olmama rağmen, aklımda kalan bir ya da iki tanesidir; onlar da istisnadır. Genel anlamda bakıldığı vakit, olay maalesef bundan ibarettir. Aşağıdaki linkte de, bu istisna öğretmenlerden bir tanesi vardır, onun gibilere selam olsundur.

http://webtv.hurriyet.com.tr/2/11424/0/1/iste-gitarin-sultanlari.aspx

Uzun lafın kısası, önemlidir öğretmenler; hem de cumhurbaşkanlarından bile önemli...

16 Kasım 2010 Salı

Bu Bir Bayram Yazısı Değildir; Bu, İncecik Bir Veda Havasıdır


Henüz fazla büyümüş sayılmazdım, ama küçük de değildim. Az da olsa hatırlıyorum. Bir adam vardı, eline mikrofonu alıp birkaç şey söyledi. Sonra salondan yuh sesleri filan geldi, o aldırmadı, şarkısını söyledi. Salondan yuh sesleri gelmeye devam etti, o yine aldırmadı, şarkısını bitirdi ve yerine oturdu. Salondan yuh sesleri çatal-bıçak eşliğinde gelmeye devam ediyordu, o, oturduğu yerden gülümsemekle yetindi. Ama baktı olmayacak, terketti; bir daha dönmemecesine, bir daha dön-e-memecesine.

Ben henüz yaşananlara, kişilerin, kurumların ya da olayların ekseninde bakabilecek kadar bilinçli değildim. O sırada dikkatimi çeken tek şey, o çatal ya da bıçakların, o adamın ya da karısının gözüne geldiğinde canlarının çok yanacak olmasıydı. Ve buna rağmen o adamın eliyle veya başka bir yeriyle herhangi bir şekilde yüzünü kendisine fırlatılanlardan korumaması, çok garibime gitmişti. Ya gözüne gelseydi?


Sonra büyüdüm, büyüdüm. İki çatal ya da üç bıçağın o adamın gözüne gelmesinden korkmamın boşa olduğunu anladım, ama aynı zamanda o adamda daha büyük yaralara sebep olacak şeylerin olduğunu da anladım. Artık kişiler de, kurumlar da, olaylar da çok şey ifade ediyordu benim için.

O geceyi tekrar tekrar izledim. Serdar Ortaç denen ibişin, büyük bir kahramanlık örneği göstererek Ahmet Kaya'nın gözüne baka baka Onuncu Yıl Marşı okumasını izledim. Ercan Saatçi denen çakma şarkıcının, Ahmet Kaya'ya salyalar saçarak hakaretler etmesini izledim. Mahsun Kırmızıgül denen çakma yönetmenin, kalabalığa karşı durmak bir yana, onlarla birlikte hareket edişini izledim. Erdal Acar denen büyük Türk ve büyük doğa katliamcısının, nasıl da kaplan kesildiğini izledim. Salonda davetli olan birçok katılımcının, faşoluğun doruklarında gezerlerken, Onuncu Yıl Marşı eşliğinde karşı masaya çatal-bıçak sallarlarken, nasıl da orgazm olduklarını izledim. Küfrettim, küfrettim.


Sonra garsonları gördüm. Garsonlar; belki aşk acılarını, belki günde 12 saat çalışmışlıklarını, belki etnik kimlikleri yüzünden aşağılanmışlıklarını onlara unutturan, söylediği şarkılarıyla kimi zaman memleket hasretlerini, kimi zaman yürek yangınlarını, kimi zaman da tüm yorgunluklarını dindiren bu adamı korumaya çalışıyorlardı. Belki de Ahmet abilerine karşı olan vefa borçlarını ödüyorlardı o gece; üstlerine doğru gelen sivri cisimlere kendilerini siper ederek.

Sonra birkaç namuslu gazeteci gördüm; yaşanan faşoluğa karşı onurlu bir davranış göstermiş ve olası bir lince karşı Ahmet Kaya'yı çembere almış gazetecileri. Sonra Ajda Pekkan'ı gördüm, büyük Türk gençleri ağızlarından salyalar saçarak sahneyi yuhalarlarken, korkusuzca, etrafına aldırmadan Ahmet Kaya'nın şarkısına eşlik eden Ajda Pekkan'ı. Savaş Ay'ı gördüm, Ahmet Kaya'yı garsonların da yardımıyla salondan kaçırmaya çalışan Savaş Ay'ı.

Hepsini gördüm, herkes gördü. Kürtçe kaset yapacağını söyleyen Ahmet Kaya, ülkece bir lince tabi tutulmuş, ülkeden kaçmak zorunda bırakılmış, bir anlamda göz göre göre ülkeden kovulmuştu. O gün, o lanet olası ödül töreni, Ahmet Kaya için sonun başlangıcı oldu. Ahmet Kaya'nın ölümü için geriye sayım o gece başladı. 5-4-3-2-1 ve sıfır...

O sıfır noktası, işte 10 yıl önce bugündü. 16 Kasım 2000 tarihinde, Ahmet Kaya, ülkesinden uzakta, Paris'te hayata gözlerini yumdu. Peki elde ne kaldı?

11 yıl önce bir ödül töreninde, Kürtçe kaset yapacağını söylediği için ülkece linç edilen bir Ahmet Kaya kaldı elimizde. Bir de 11 yıl sonra, devletin kendi eliyle, bir anlamda s.ke s.ke açtığı TRT 6 var; hani şu 24 saat Kürtçe yayın yapan devlet kanalı. 11 yıl önce Kürtçe kaset yapmak isteyen bir sanatçıyı linç eden bir toplum, bugün ise Kürtçe bir devlet kanalı. İşte tam bir Türkiye özeti. Arada olan Ahmet Kaya'ya oldu, o ayrı.

Ne değişecek ki? O gün bir büyük sanatçısı vardı bu ülkenin, bugün ise yok. Değişen bu. Ahmet Kaya ölmüşken, isterse bütün kanallar Kürtçe yayın yapsın, bir önemi var mıdır? Bu ülkenin gelişmesi için, hep bir şeylerden ödün verilmesi, hep bir bedel ödenmesi mi gerekir? Bu seferki bedel de Ahmet Kaya mıdır? Sorular, sorular, sorular...

Ahmet Kaya öldü. Bizi, Serdar Ortaç, Ercan Saatçi gibi yavşakların sanatçı kabul edildiği, Mahsun Kırmızıgül gibi üçüncü sınıf arabeskçilerin yönetmen olarak sunulduğu, Erdal Acar gibi mafya babalarının saygın bir isim olarak zikredildiği bir ülkede yalnız bıraktı. Kendisi ise vatan haini oldu. Bu milletin kaderinde de böyle bir eşleşme varmış demek ki, ne yaparsın. Aslında ne güzel olmuş dedim kendi içimden; böyle ibişlerin vatansever kabul edildiği bir toplumda, Ahmet Kaya'nın vatan haini damgası yemesi ne de güzel olmuş. Bu damgası yüzünden gurur duydum bir kez daha Ahmet Kaya ile; tıpkı Nazım'da olduğu gibi.


Dünya çapında bir sanatçıyı, hem de bu topraklardan çıkmış dünya çapında bir sanatçıyı, yani seni, canlı canlı dinleme şansımı aldılar elimden Ahmet abi. Sen görüyorsundur şimdi buraları yukarıdan bir yerlerden, biliyorum bu bir yalancı ayrılık. Sen şarkılarınla her an bizimlesin. An gelir, Ahmet Kaya ölür, ama bıraktığı eserler onu yaşatmaya devam eder. Acılara tutunarak atlatmaya çalışıyoruz yokluğunu. Oysa güzel günler görecektik daha, çok uzakta öyle bir yer vardı ya hani, orayı bulup memleket hasretini de dindirecektik. Ama şimdi mahur besteyi, entel magandalarla ve Fosso Necdat ile birlikte dinlerken, ağlaşarak anıyoruz seni. Selamları var onların da. Sen de Bahtiyar'a selam söyle, kendine iyi baksın oralarda. Bizi unutmasın. Sen de unutma Ahmet abi, sen de unutma.



Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle...

9 Kasım 2010 Salı

Saygıyla...

Onu, içi boş kelimelerle, narası bol konuşmalarla pek çok yerde anacaklardır zaten. Bu yazı farklı bir şey yapsın; bizzat onunla birlikte yaşayanların, onunla olan anılarına yer vererek ansın onu. Böylesi daha güzel, daha anlamlı.

----------------------------------------------------------

Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

Falih Rıfkı ATAY


Atatürk'ün en sevdiği hikayelerdendi. Arada kendi anlatır, arada başkasına anlattırır, hep gülerdi:

Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormuş:
"Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?" Cevabı kendi veriyor:
"Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
"Eşekliginden."
Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.

Bir akşam Orman Çiftligi'nde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ileride 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
"Söyle çocuk: Bir eşegin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini icer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa'nın ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri.

Devletin en büyükleri...
Esas vaziyetine geçiyor:
"Rakıyı kumandanım!"
Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip:

"Aman beyler! Neden diye sormayın."

Falih Rıfkı ATAY


- "Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramayınca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:

"-Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?" diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı.
"-Maalesef Paşam! Yok... Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur. Bir şey daha söylemek isterim. Gözleri sanki sizi arar gibi..."

"-Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..."

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı.

Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Hayvanın ağzından köpükler saçılıyor, karnı acı içinde kasılıp duruyordu.

Gazi, eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

"- Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!"

Öptü onu birkaç kez.

"- Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?"

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Yağmur yağarcasına.

"- Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın..."

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti.

Oktay VEREL


Savaş zamanıdır. Atatürk bir lokantaya girer ve garson sipariş almak üzere Ata'nın yanına gelir. Fakat garsonun suratından düşen bin parça. Moralinin bozuk olduğu Atatürk'ün de dikkatini çeker. Pilav üstü kurusunu istedikten sonra, garsona neden üzgün olduğunu sorar.
- Daha ne olsun paşam, siz burda oturuyorsunuz ama düşman vatanı çoktan işgal etmiş. Bağımsızlık elden gitmekte.
Garsonun bu endişesi Atatürk'ün hoşuna gider ama, o anlık bir tepki vermez. Kendinden emin bir şekilde:
- Sen bırak şimdi bunları. Bir tabağa pilav koy, üstüne de kuruyu unutma!

Savaş biter, zafer ilan edilir. Atatürk'ün yolu bir gün yine aynı lokantaya düşer. Garsonu hemen hatırlar. Garsonun da Atatürk ile savaştan önceki diyaloğu aklındadır. Büyük bir sevgiyle ve minnetle onu karşılar. Bir yandan da önceki söylediklerinden ötürü mahcuptur. Atatürk herhangi bir şey söylemez, garsonun mahcubiyetinin de farkındadır.

- Paşam, bütün millet size minnettar. Siz çok büyük bir insansınız. Ülkemizi bize bağışladınız. Sizin her istediğinizi yapmaya hazırız.
Atatürk bu sözler dolayısıyla çok mutlu olur ama yine bozuntuya vermeden, yine kendinden emin bir şekilde, gururla:
- Sen şimdi bırak bunları. Bir tabağa pilav koy, üstüne kuruyu unutma, yanına da kompostoyu eksik etme!


Bir ağaç dibinin toprağını kabartan ve o civarda yalnız çalışan bir işçinin önünde Atatürk durdu. İşçiye o kadar yakındı ki, çapasının kalkıp inmesinden fırlayan toprakların küçük parçaları Atatürk'ün zarif ve düzgün ayakkabılarını okşuyordu. Önünde duran, karşısına dikilen bu kişiye işçi bakmadı bile. Bu vaziyette epeyce durduk ve seyrettik.
İşçi ne kendine, ne de çapasına bir an dinlenme firsatı vermiyordu.

Atatürk: Nerelisin çocuğum?
Suali işçiyi doğrulttu, çapasını yere dayattı:
- Kastamonuluyum beyim!
- Kastamonu'nun içinden misin?
- Hayır, köylüğündenim.
- Askerlik yaptın mı?
- Yapmaz olur muyum?
- Harp gördün mü?
- Sakarya muharebesinde bulundum, İzmir alındıktan birkaç ay sonra tezkere aldım.
Pehlivan yapılı Sakarya gazisinin cevabından haz ve zevk duyduğu, fakat kendisini tanıtmak istemediği için olacak Atatürk'ün işçiye son sorgusu:
- Sen güreşir misin?
oldu. Bu suale kadar ciddi bir çehre ile gözünü kırpmadan cevaplarını veren işçi gülümseyerek mütevazi bir tavır aldı ve:
- Güreşmez miyim?
dedi.

Ne yalan söyleyim; toprağı çapalarken yeri sarsan darbelerine şahit olduğum 30-35 yaşlarında, gürbüz yaradılışlı, pişkin vücutlu, yay gibi atik ve tetik bakışlı, çelik bilekli Kastamonulu ile güreşmemi Atatürk'ün teklif edeceğinden heyecana düşmüştüm. Bereket versin başını gülerek bana çeviren Atatürk gözünü kırptı ve işçiye dönerek:
- Benimle güreşir misin?
dedi.
Ben işçiye büyük muhatabını anlatabilmek imkanını ararken
Atatürk:
- Bırak çapanı, ileri gel!
emrinde bulundu. Bu emre tereddütsüz riayet eden Kastamonulu çapasını bıraktı, ilerledi ve el ense etmeye hazırlandı.

Ben seri bir hareketle işçinin arkasına geçerken Atatürk ile Kastamonulu güreşe tutuşmuşlardı. Atatürk'ü ciddiyetle, var kuvvetiyle saran ve sarsan Kastamonulu'dan kurtarmak için, Atatürk'e göstermeden ve hissettirmeden, bir çelme attım, Kastamonulu yere yıkıldı. Fakat hemen ayağa kalkan işçi mağlubiyeti saymadı. Kısa bir münakaşa oldu. Müşkül vaziyetteydim. İşçinin bir ayağımın dayandığı toprağın kaymasından dolayı yıkıldığına, yoksa benim bir müdahalem olmadığına dair teminat verdim.

Atatürk ile işçisi tekrar güreşmek üzere birbirlerinden ayrılabildiler. Kastamonulu katiyen Atatürk'ü tanımamıştı. İşçiden beş-on adım uzaklaştıktan sonra ufak bir mükafaat vermek için Atatürk'ün müsaadesini istedim.

Döndüm, Kastamonulu'ya yaklaştım. On lirayı kendisine uzatırken bu sefer işçi:
- Bu parayı bana niçin veriyorsun?
sualinde bulundu.
Koca Türk`ün sebepsiz para almayacağını hissettiğimden:
- Mintanın biraz yırtıldı da, yenisini alırsın.
cevabını verdim.
Köylü parayı almadı. Ama bir soru sordu:
- Bu adam kimdi? Hem de bana para gönderiyor. Biz bir güreş tuttuk.
- O buralarda bir tüccar.
- Yok, o buralarda bir tüccar değil, o bir tüccar gibi güreşmedi.
- Burada bir çiftlik sahibi. Öyle geçerken seninle bir el ense yapmak istedi.
- Yok, hayır. O bir çiftlik sahibi gibi güreşmedi. O başka bir adam, o, benimle başka türlü güreşti. Hile yapmadı, çelme atmadı, erkek gibi güreşti. Bana söyle, o kimdir?

Cevat Abbas GÜRER