Gazetelerin üçüncü sayfalarında ara sıra bazı haberler çıkar. Bir cinayet işlenir, katili ilk başta bulunamaz. Aradan zaman geçer, gerekli araştırmalar sonucu katil yakalanır. Bir de bakmışsın ki, katil öldürülen kişinin yakınıdır, hatta cenazesine bile katılmıştır, timsah gözyaşı dökmüştür. Bu ortaya çıktığında herkes bi' şaşırır, gazetelere haber olur: Katil akraba çıktı başlıkları altında.
Tayyip'in 12 Eylül'de idam edilen gençleri ağlayarak andığını gördüğümde aklıma bir anda bu haberler geldi. 12 Eylül'den bizzat faydalanmış, 12 Eylül'ün yarattığı ortamlardan, açtığı yollardan, apolitik toplumdan faydalanarak bugünlere gelen bir parti genel başkanı, şimdi 12 Eylül'e sövüyor, kurtarıyoruz bu zulümden sizleri diyor, kimsenin yapamadığını yapıyoruz diyor, bizzat 12 Eylül'de işkence görenler evet oyu vermeli diyor, diyor da diyor yani..
Gelelim bu haberlerle bu gözyaşlarının ilgisine. Evet, belki Tayyip bizzat 12 Eylül'ün sorumlusu değil, belki bizzat o gençlerin idamlarında etkin bir rolde değil, belki bizzat darbeyi yapan, yani bizzat katil o değil ama, bu darbeden en çok faydalanan ideoloji onun ideolojisi, bugünkü mecliste sağladığı geniş olanaklar o zaman getirilen yasalarla sağlanmış olanaklar, bugün her söylediğini yutan toplum, 12 Eylül'den sonra getirilen apolitikleştirme hamleleriyle ortaya çıkmış bir toplum. Yani Tayyip'in iktidarı, o idam edilen gençlerin cesetleri üzerinde yükselmiş bir iktidar. Cemaati de 12 Eylül ile birlikte palazlanmaya başlamış bir cemaat.
Merak ediyorum, acaba Tayyip darbe yapıldığında, işkenceler-idamlar-sürgünler-açığa alınmalar arasında ne yapıyordu? Kendisine veya içerisinde bulunduğu ideolojiye herhangi bir zarar geldi mi? Kendisi, bütün bu yaşanan olaylara 12 Eylül 1980 sonrasında herhangi bir kişisel tepki koydu mu? Oysa aradan 30 yıl geçtikten sonra, idam edilenlerin arkasından timsah gözyaşı dökmek ne kadar kolay değil mi? O gözyaşlarını katiiller de dökebiliyor, hem de kurbanlarının cenazesinde..
Tayyip Erdoğan 12 Eylül'ün hesabını sorabilecek en son kişilerden biridir. Anayasa değişikliği paketine koydukları göstermelik bir maddeyle, güya o zamanki solcuları ve ülkücüleri vicdanen etkilemeye, referandumda evet oyu verdirtmeye çalışıyorlar. Yandaş medyada, o zamanın sağcı veya solcu kesiminden isimlerle(fakat şu anda dönmüş olanlarıyla) yapılan röpörtajlarda sürekli, "Bakın onlarda evet diyecek" propagandası yapılıyor. Güya o zamanki olayların içinde bizzat yer alanlar da evet diyecekmiş havası yaratma isteğiyle, psikolojik bir etki bırakma amacındalar. Referandumda hayır oyu verenleri ise, 12 Eylül rejimi yanlısı, darbeci, işkenceleri savunuyorsunuz tarzı sloganlarla yaftalıyorlar. Yaptıkları 20'nin üzerinde değişikliği, tek bir maddeye indirgeyerek halka yutturmaya çalışacaklar.
12 Eylül'den en çok nemalanan kesim olarak, şimdi 12 Eylül'den hesap soracağız nutuklarıyla toplumu kafalamaya çalışmak, yapılan aldatmacalar, aslında tam da kendilerinden beklenen cinsten. Kürsülerde dökülen gözyaşlarının ise, katilin cenaze töreninde döktüğü gözyaşlarından farkı yok. Bakalım bu duygu sömürüsünde, bu ayak oyunlarında başarılı olabilecekler mi?
Takımımı soranlara hep; "Eskiden kalma Fenerbahçeliyim" derim. Eskiden kalma derim çünkü, eskisi kadar benimsemem artık Fenerbahçe'yi. Nerede o Fenerbahçe'nin bayan voleybol takımını bile takip eden ben, nerede şimdi futbol maçlarını bile zorlaya zorlaya izleyen ben.
Aslına bakılırsa benim Fenerbahçe'den soğumamda, Aykut Kocaman'ın da etkisi vardır. Fakat yanlış anlaşılmasın, Aykut'u sevmediğimden değil, aksine çok sevdiğimden.
Tarihler 5 Mayıs 1996'yı gösteriyor. Trabzonspor ile Fenerbahçe, ligin bitimine 1 hafta kala Avni Aker'de karşılaşacak. Fenerbahçe'nin şampiyon olabilmesi için mutlaka maçı kazanması lazım, Trabzonspor'a ise şampiyonluk için beraberlik bile yetiyor. İşte böyle bir ortamda, ligin en zorlu deplasmanına çıkıyor Fenerbahçe.
O zamanlar küçüğüz tabii, öyle tek başımıza maç izlemeye gidemiyoruz. Maçlar CINE 5'te yayınlanıyor, tek şansım radyo. Büyük sabır ister radyoda maç dinlemek.
Maç başlar, Trabzonspor 1-0 öne geçer. Ümitlerimiz azalır. Daha sonra Oğuz çıkar sahneye, durumu 1-1'e getirir. Fakat hala 1 gol gereklidir ve zaman azalmaktadır. Tam bitti dediğimiz noktada, maçın bitimine az bir süre kala Aykut çıkar sahneye ve Fenerbahçe'ye şampiyonluğu getiren golü atar. Bizim ev yıkılıyor, sokaklar yıkılıyor, tüm Türkiye yıkılıyor.
Nasıl Koydu Aykut Kocaman
O günden sonra dillere dolanır bu tezahürat. Şampiyon Fenerbahçe'den çok Nasıl koydu Aykut Kocaman söylenir şampiyonluk kutlamalarında. Evet bu şampiyonluğu tüm takım elde etmiştir ama, o final golü nedeniyle Aykut'un yeri ayrıdır artık.
İşte ben de sokaklarda bu sloganı söyleyerek gezenlerden biriydim. Şampiyonluk kutlamalarına gittim, en çok onu alkışladım, ellerim kızarana dek.
Vefasızlık
Aykut'a olan sevgimiz bir gole endeksli değildi tabii. O zaten çok sevilen bir isimdi, iyi futbolculuğunun yanında iyi insanlığı ile de bilinirdi. Mütevazı, dürüst, beyefendi. Daha sonraları bu özellikleriyle de bağdaşacak bir açıklama yaparak, "Biz kazandık ama şampiyonluk bizim olduğu kadar Trabzonspor'un da hakkıydı" tarzında bir şeyler söylemişti. Bence oldukça normal bir demeçti bu. Kaldı ki çoğu Fenerbahçeli de zaten böyle düşünüyordu.
Ama böyle düşünmeyen Fenerbahçeliler de vardı: Mesela Fenerbahçe'nin o zamanki başkanı Ali Şen. Şampiyonluğun en önemli iki mimarını, Aykut'u ve Oğuz'u takımdan kovuyordu. Tamamiyle bu demeç yüzünden miydi bilemiyorum ama, bunun da etkisi olduğu kesindi. Önceleri inanasım gelmemişti ama, evet doğruydu. Böyle bir şeyin olabileceğina ne kadar inanmasam da, yeni sezon başladığında gördüm ki, gerçekten de kadroda bu iki oyuncu yoktu.
O zaman anladım ki futbol denen bu oyunda zerre kadar vefa yok, Fenerbahçe'de hiç yok. O halde benim burada ne işim var? Takımına en güzel şekilde hizmet etmiş, taraftarın sevgilisi olmuş bu 2 isime böyle bir vefasızlık yapılıyorsa, ben neden Fenerbahçe için ölüp bayılacaktım ki.
İşte ta o zamanlardan başlamıştı benim önce Fenerbahçe'den, arkasından da tüm Türk futbolundan soğumam. Daha sonra da devamı geldi zaten. Kulüplerin yönetiliş şekli, sahada oynanan futbol, ortaya çıkan yeni taraftar profili ve daha da çoğaltabileceğimiz etkenler, beni eskiden kalma Fenerbahçeli yapmaya yetti. Hatta o denli bir soğuma ki, yeri gelip rakip takımı desteklediğim bile olmuştur.
İşte bu 9-10 yıllık sürecin ilk adımı anlattığım üzere Aykut Kocaman sayesinde atılmıştı. Ama şimdi, futboldan, Fenerbahçe'den uzaklaşmamın ilk adımı olarak gösterdiğim isim, bu kez Fenerbahçe'nin başına teknik direktör olarak geçti. E bende de doğal olarak yeniden kıpırdanmalar oldu kulübüme karşı. Zaten tam olarak kopamamıştım ama, benimseyemiyordum da bir türlü. Ama artık, en azından eskisi kadar sahiplenebilmem için bir sebep var takımda. Teknik direktörümüz, bizim çocuğumuz, "Ben hep buradayım zaten" diyecek kadar bizden olduğunu gösteren güzel bir insan.
Endişelerim de var tabii. Ne de olsa taraftar aynı taraftar; takım az biraz kötü gitmeye başladığında hemen homurdanmaya başlayacak olan taraftar, yöneten zihniyet aynı zihniyet; şampiyonluk yarışından az biraz uzak kalınca istifaya zorlayacak olan zihniyet, medya aynı medya; büyük takımın başına Türk hoca getirilince, "Daha erkendi, tecrübesiz" yaftalarını kullanan medya.
Ama belli mi olur? Belki bu taraftar Aykut'a biraz şans verir, belki bu yönetim Aykut'un biraz arkasında durur; medyaya, medyadaki dandik spor yazarlarına kulak asmaz. Bu şekilde Aykut da istediği çalışma ortamını yakalar.
Ben Aykut'un başarılı olmasını hem gönülden istiyorum, hem de ona sonsuz güveniyorum. Kısa vadede olmazsa da uzun vadede başarının geleceğinden eminim. Yeter ki o bahsettiğim "uzun vade" ona sağlansın. Yeniden Fenerbahçeli olmak güzel!
Daha dün gibi hatırlıyorum. Okuldan eve yeni dönmüştüm. Televizyonu açtığımda yerde yüzüstü ve hareketsiz bir şekilde yatan bir adam, etrafında ona şaşkın ve ağlamaklı bir şekilde bakan gözler. En sembolik olanı ise, YIRTIK BİR AYAKKABI.
Ben o zamanlar üniversitede hazırlık sınıfında okuyordum, yani henüz üniversiteye tam başlamış bile sayılmazdım. Önümüzdeki sene ise okuldaki son senem, yani okul bitiyor. Dün gibi hatırlıyorum dedim ama, demek ki aradan koca bir 4 yıl geçmiş.
Bu okul örneğiyle, aradan ne kadar zaman geçtiğini kendi açımdan anlatmaya çalıştım. Oysa ki elimizde, aradan geçen zamanı çok daha iyi gösteren deliller var. Mesela;
Gördüğünüz gibi, tetikçi tosuncuğumuz artık gelişimini tamamlamış, tosun mertebesine erişebilmiş. Alın size geçen zamanın tescili!
Kenan Evren'in 12 Eylül darbesinden sonra idam cezası verilen gençler hakkında söylediği meşhur bir söz vardır; asmayalım da besleyelim mi diye. O zaman asmaktan yanaydı arkadaşlar, şimdi bazı şeyler değişmiş yüce(!) devletimizde. Anlaşılan bu olayda, devlet mekanizmasında bu mantığın tam tersi uygulanıyor. Ne yani, Ogün Samast'ı beslemeyip de asacaklar mıydı?
Tetikçi tosunumuz beslenmenin yanı sıra bir de evlilik yaptı hapishanede. Daha cezası bile belli olmamış bir katille evlilik yapan mideye, ya da bu evliliği yaptıran midesizlere ne demeli bilmiyorum. O konu, apayrı bir şekilde incelenmesi gereken, insan ahlakıyla ilgili bir konu bana göre.
Dalga Geçer Gibi Mahkeme Süreci
Aradan geçen koca 4 yılı, insani(daha doğrusu tosuni) açıdan inceledikten sonra, bir de bu 4 yıla mahkeme süreci açısından bakalım:
Soru: Cinayetin neden işlendiği ortaya çıkarıldı mı?
Cevap: HAYIR.
Soru: Cinayette, devletin içinde yer aldığı iddia edilen derin güçlerin rol alıp almadığı, aldılarsa nasıl bir rolleri olduğu ortaya çıkarılabildi mi?
Cevap: HAYIR.
Soru: Cinayetin işleneceği bilgisi, daha öncesinden istihbarat olarak elde edilmesine rağmen, devletin neden buna önlem almadığı açıklandı mı?
Cevap: HAYIR.
Soru: Cinayeti işleyenlerin ve azmettiricilerin, ne kadar ceza alacakları belli oldu mu?
Cevap: HAYIR.
Soru: Bu HAYIR'ların sonu var mı?
Cevap: Bence HAYIR.
Gördüğünüz gibi, geçen 4 yılda elde bir dolu HAYIR'dan başka bir şey yok. Bu HAYIR'ların sayısı artırılabilir de, insanın yazdıkça siniri bozuluyor, artırası gelmiyor.
Tiyatro oyunu gibi geçen duruşmalarda yaşanan olaylar, tanıkların sürekli ifade değiştirmesi, "Daha önce sormadınız ki söyleyeyim" tarzı oyalayıcı ifadeler, sanıkların arsızca Hrant Dink'in yakınlarına cevap yetiştirmesi, konuşurlarken takındıkları alaycı üslup, "Bana laf sokma, çok pis sokarım!" tarzı tehditler, sanık avukatlarının yarattığı ağız dalaşları, bu geçen 4 yılda yapılan duruşmalarda görülen yüz kızartıcı sahnelerden sadece bazıları. Yani insanlar ölülerine mi üzülsünler, bir de katilleriyle bu şekilde uğraşmakla mı meşgul olsunlar. Ne zor bir durum!
Birçok aydın, sanatçı, yazar suikaste kurban gitti bu ülkede. Hiçbirisinin gerçek failleri bulunamadı. Birkaçının tetikçisi yakalansa da, asıl azmettiricileri hiçbir zaman hakim önüne çıkartılamadı. Sanki toplum artık böyle şeyleri kanıksadı, bu derin güçlerin yakalanmasına imkansız gözüyle bakıyor artık herkes.
Dilerim ki Hrant Dink cinayeti bunun için bir başlangıç olur, gerçek sorumlular ve katiller ortaya çıkartılabilir, hak ettikleri cezaları alırlar. Kim bilir, belki önceki faili meçhuller için de bir başlangıç noktası olur, arkası çorap söküğü gibi gelir.
Tabii ki bunların hepsi birer dilek, hatta görünüşe göre hayal. Biraz daha gerçekçi olmak gerekirse;
Ne söyleyeceğimi bilemedim bi anda. Aklımda bir görüntü kaldı sadece. Elinde bir valiz, okulundan ayrılan -daha doğrusu eşyalarını ve kendisini sudan kurtarmak için kaçan- bir öğretim üyesi. Okulunu su basmış, odaları, laboratuvarları, bahçeyi, her yeri..
Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü. Ülkeyi teknolojik alanda ileri götürsün, yapacağı araştırmalarla-çalışmalarla ülke ekonomisine katkıda bulunsun, ülkedeki teknik yetersizliklere bir çözüm sunsun diye kurulmuş, büyük umutlar bağlanmış bir üniversite. Ama bu üniversitenin dere yatağına kurulmuş olması, ülke olarak bütün bu beklentilerin ne kadar uzağında olduğumuzun bir göstergesi adeta. Düşünsenize, sizi teknik açıdan ileriye götürmesi beklenen bir yer, bir gece yağmurun yağması sonucu santim santim sular altında kalıyor. Bırakın ülkeyi, daha kendini kurtaramıyor bu yağmurdan..
Neresinden bakarsanız elinizde kalan bir olay. Fazla bi' şey söylemeye gerek yok o yüzden. Ne diyelim, Allah bu dereleri değil, bu dere yataklarına üniversite yapanları ıslah etsin..
Not: İlgili haberin görüntülerini buradan izleyebilirsiniz.
İLHAN SELÇUK öldü. Ne demeli şimdi, hayatını mı anlatmalı, eserlerini mi sıralamalı, yaptıklarını mı özetlemeli. Açıkçası bunların hiçbirisi için kendimi yeterli bulmuyorum, bunların hiçbirisini yapacak çapta göremiyorum kendimi. O koskocaman bir çınardı, 85 yıl yaşadı, Türkiye'ye damgasını vurdu ve gitti. Her dakikası mücadele ile geçmiş bu 85 yıl hakkında yazmaya hangimizin çapı yeter ki? En iyisi sözü onu tanıyanlara, en iyi bilenlere bırakmak..
Rutkay Aziz: Emekten, namustan, anti-emperyalist mücadele veren güçlerin her zaman yanında olmuş, onurlu, soylu, ilkeli mücadele adamı.. O bizim güzel bir adamımızdı.
Alev Coşkun: O daha çok yaşayacaktı, beraber yaşayacaktık. Hele bugünlerde en güzel bilge yazılarını yazacaktı, penceresinden bize seslenecekti. Ama o 2008'in, o karanlık mart gecesi, sabaha karşı 04:00'te evini bastılar, her tarafı talan ettiler. İlhan ağabey aldılar, seni nezarete koydular. Ülken için her şeye katlanan bedenin isyan etti. Sana karşı yapılan bu haksız muameleye aklın, beyinin tahammül etti, vücudun tahammül edemedi. Aramızdan ayrılmanın asıl nedeni budur. Onun için, bundan önce giden, şehit olan basın şehitleri gibi, sen de basın şehidisin.
Doğan Hızlan: Ne zaman konuşsam İlhan'la, yaşadığımız bir kutlama gecesi gelir aklıma. Rıfat Ilgaz'ın 70. yaş gününü kutluyoruz. 12 Mart sonrası, aynı bu salon gibi dolu bir salon. İlhan Selçuk konuşma yapıyor, diyor ki, "Salonu karanlık gördüğümde, ben sorgulama günlerini hatırlarım. Çünkü beni sorgularlarken, sorgulayanların yüzünü görmüyordum, onlar benim yüzümü görüyordu. Onun için lütfen salonu aydınlatın" dedi, ve salon aydınlatıldı.
Emre Kongar: Aslında bir anlaşmamız vardı İlhan Bey ile, o benim arkamdan konuşacaktı. Ben buna inanıyordum, yani onun benim arkamdan konuşacağına. O da, "Sen merak etme, hem konuşurum hem yazarım" diyordu.
O mart sabahı, sonun başlangıcı oldu onun için. İlhan Selçuk hakkında konuşmak çok kolay değil çünkü o, tek kişi değildi. O bir orduydu, o bir sevgi ordusuydu, o bir düşünce ordusuydu, o, aydınlanmanın ordusuydu.
Önder Sav: Dostum Alev Coşkun, bir basın şehidini yitirdik dedi. Ben bununla yetinmiyorum. Bir demokrasi ve devrim şehidi var burada.
Süleyman Çelebi: Şimdi bu aşamada, özellikle demokrasi dışı yaklaşımlara karşı mücadele vermiş, Ziverbey'de bunu en etkin şekilde sonuna kadar savunmuş ve ödün vermemiş, 12 Eylül hukukuna karşı direnmiş, ödün vermemiş bir insanın, demokrasi dışı yöntemler için suçlanması bu ülkenin ayıbıdır, ayıbıdır, ayıbıdır. Utanın, utanın, utanın.
Hikmet Çetinkaya: (Ergenekon davasından tutuklu olanlara atfen) Merhaba Mustafa Balbay, merhaba Tuncay Özkan, merhaba Hikmet Çiçek, merhaba Doğu Perinçek.
Devrimciyiz, sosyalistiz, özde Atatürkçüyüz, sözde Atatürkçü değiliz. Din baronlarının, tarikatçıların şemsiyesi altında Atatürkçülük yapanlardan hiç ama hiç değiliz. Cumhuriyet devrimlerini savunacağız sonuna dek, bundan hiç kuşkun olmasın İlhan ağabey.
Tarık Akan: Hepimizin bir ışığı vardır, ışıkları vardır. Benim Mustafa Kemal, Nazım Hikmet ve İlhan ağabeydir ışıklarım. Nur içinde yatsın.
Tabii, sinema oyuncusuyum, bir senaryo yazdım ve size anlatmak istiyorum. Bu senaryomda ben, bir ülkenin başbakanıyım. Altımda son model Mercedes'im var, makam aracı olarak kullanıyorum. Ve ülkemde on binlerce savcı varken ben o arabamı bir savcıya hediye ediyorum ve savcının kulağına eğiliyorum, bunu siz duymuyorsunuz. Ertesi günü, ölümler ve tutuklamalar başlıyor. İşte kötü bir senaryo ama maalesef gerçek bir senaryo.
Ali Sirmen: Bir tablo gördüm Turhan'ın(İlhan Selçuk'un ağabeyi Turhan Selçuk) yaptığı. Fonda bir ampul, odayı aydınlatıyor. O zamanlar ampul karanlığın değil aydınlanmanın aracı. Aydınlığın ışığında bir çocuk, ayakları yere yeni değiyor değmiyor. 1930'lu yıllar olmalı. Orta yaşlı bir adama gazete okuyor. Orta yaşlı adam Kasım Selçuk, küçük çocuk 30'lu yılların İlhan Selçuk'u, okuduğu da Cumhuriyet gazetesi...