12 Eylül 2010 Pazar

Korkuyorum



- Milyonlarca kişinin, içeriğinden bihaber olduğu bir anayasayı oylayacak olmasından ve sonunda da önlerine konan yemleri yiyecek olmasından korkuyorum.

- Tamamen duygu sömürüsü, tamamen yalan, tamamen aldatmaca üzerine kurulmuş bir kara propagandanın işe yarayacak olmasından korkuyorum.

- Bir gün elbet seçimle alaşağı edileceğini bildiğim bir iktidar ve o iktidarın zihniyetinin, bir referandum sonucu onlarca yıl yerini sağlamlaştıracak olmasından korkuyorum.

- Modern devletin kuruluş aşamasındaki en temel kurallarından olan, yargı, yasama ve yürütme kurumlarının birbirinden bağımsız olması durumunun, hepsinin tek bir erk üzerinde toplanacak şekilde bozulacak olmasından korkuyorum.

- Şu andaki yasalarla bile kendi muhaliflerini sindirmiş, hapislerde süründürmüş, ülkeyi dar etmiş bir zihniyetin, kendi hazırladıkları yasalarla şu ana kadar yaptıklarının çok daha beterini yapacak olmasından, ülkeyi açık hava hapishanesi haline getirecek olmasından korkuyorum.

- Bu zamana kadar darbecilerle mücadele ettiklerini iddia ederek kendilerine meşruiyet kazandırmak için çabalayan zihniyetin, kendi sivil darbesini gerçekleştirebilmek için en önemli virajı bu referandum ile dönecek olmasından korkuyorum.

- Şimdiye dek az da olsa bu hükümetin karşısında durabilmiş, yaptığı çoğu usulsüz özelleştirmeyi iptal edebilmiş olan Danıştay kurumunun, yeni yapılan yasalarla etkisizleştirilmesinden; bu sayede de istenilen özelleştirmenin, istenilen şekilde hükümet yetkililerince yapılacak olmasından korkuyorum.

- Zaten birçok yerinden uzun yıllardır yara almış, ahı gitmiş vahı kalmış olan Cumhuriyet'in, son tekmeyi bu şekilde yiyecek olmasından korkuyorum.

- Böylesine önemli ve ülkenin kaderini değiştirebilecek olan bir anayasa paketinin, birkaç yüzdelik dilim farkıyla kabul edilecek olmasından; yani ülkeyi çok ama çok derinden etkileyecek olan yasaların, bir-iki milyon kişinin anlık vereceği kararlar sonucu ile kabul edilecek olmasından korkuyorum.

- Korkuyorum; ne 2002'de çıkan %34'ten, ne de 2007'de çıkan %47'den korkmadığım kadar, bu referandumdan Evet sonucu çıkmasından korkuyorum.

Korkuyorum...

10 Eylül 2010 Cuma

Yine Ünlü Bir Sporcu, Yine Eskort Bir Kız ve Yeni Bir Aldatma Vakası

Artık şaşırıyor muyum? Tabii ki de hayır. Aksine ne zaman bu haberler sonlanır, artık ünlü sporcuların aldatma hikayeleri biter, o zaman meraklanırım işte. Dünyanın sonu mu geldi acaba diye?

Bu seferki kahramanımız Wayne Rooney. Manchester United ve İngiltere milli takımının en önemli oyuncularından biri. Karısı hamileyken bir eskort kızla defalarca birlikte olduğu ortaya çıktı. Sonrası bilindik hikaye zaten. Basın Rooney'i yerden yere vurdu, karısı evi terk etti falan filan işte..


Daha önce John Terry'nin, çok yakın arkadaşı Wayne Bridge'nin karısını nasıl arakladığını burada incelemiştik. Daha sonra, yine İngiliz futbolcu Ashley Cole'nin karısını aldattığı ortaya çıktı, arkasından da dünyaca ünlü golfçü Tiger Woods'un alemleri göz önüne döküldü. Aldatma konusunun ahlaki boyutunda herkes hemen hemen aynı şeyi düşünüyordur sanırım. Özellikle aldatılan taraf için hiç hoş olmayan bir durum. Hem de hamile bir kadını aldatmak savunulamayacak bir şey. Ama ben bu yazıda bu tür olaylara daha farklı bir açıdan bakmak istiyorum.

Aklıma Yavuz Turgul'un yazıp yönettiği, Şener Şen, Uğur Yücel ve Sermin Hürmeriç'in başrollerini paylaştığı, Türk sinemasının en önemli filmlerinden olan Muhsin Bey'den bir sahne gelir böyle olayları duyduğum zaman. Filmde Şener Şen'in canlandırdığı Muhsin Bey ile Uğur Yücel'in canlandırdığı Ali Nazik bir şarkı yarışmasına katılacaklardır. Yarışmadan bir gece önce, eğer kazanırlarsa para ödülünü nasıl değerlendireceklerinin hayalini kurarlar. Anadolu'nun bağrından kopan, İstanbul'a kaset çıkartıp para kazanabilmek için gelen Ali Nazik'in kurduğu hayaller, aslında bize çok şeyi göstermektedir. Etrafında bir sürü kadın hayal etmektedir Ali Nazik, önceden beri rüyalarına giren kadınlar, para ile birlikte artık koynuna girecektir. Para kazanmaya başlar başlamaz, gerçekleşmesini istediği en büyük hayali budur Ali Nazik'in. Bahsettiğim sahne aşağıdaki videonun ilk dakikasında geçmekte.



Peki Ali Nazik bu yolda yalnız mı acaba, ya da Wayne Rooney'e Ali Nazik'in parayı vurmuş hali diyebilir miyiz? Bence diyebiliriz. Henüz yirmili otuzlu yaşlarında çok yüksek rakamlarda para kazanan, alabildiğine ünlü ve göz önünde,  istediğini anında elde edebilecek erkeklerin, canının çektiği her kadınla birlikte olmak istemesi çok mu garip acaba? Bunu istememek çok büyük bir olgunluk ister doğrusu. Bütün bu "dünya nimetlerine" karşı kendini soyutlamak çok sağlam bir kişilik ister. Ya da daha farklı sebepleri olmalı (bu sebeplerden birini Dini Bütün Yabancı Futbolcu başlığı altında ileride yazacağım) ki biz hakkında böyle haberler okumayalım. Zor yani.

Buraya kadar her şey doğal. Yani Türkiye'de İstanbul'un üç büyük futbol takımına Anadolu'dan transfer olan bir oyuncu, nasıl gelir gelmez soluğu gece kulüplerinde alıyorsa, kendine yeni bir çevre ediniyorsa, bunun Avrupa'da örneklerini görmek hayli hayli kolay. O zaman Wayne Rooney olayındaki problem nereden kaynaklanıyor?

İşte bu noktada bana kalırsa temel sorun şu ki, bu adamların zorla evlendirilmesi, en azından henüz evlenmeye tam hazır değilken evlenmeleri. Evet zorla evlendirilmesi dedim, çünkü bu adamlar sponsorlarının veya kulüplerinin düzenli bir hayat şartı nedeniyle kendilerini evlenmek zorunda buluyorlar. Sponsorlar, üzerine para yatıracakları adamın skandallarla, bu tarz haberlerle anılmamasını istediğinden, kulüpler de gece hayatına takılıp verimliliği düşmesin diye bu baskıyı yapıyorlar (bir anlamda başına bekçi tutuyorlar yani, hayatını düzen içerisinde tutacak bir kadın). Sonucunda da, sponsorlardan gelecek paraların kaçmasını istemeyen, zengin, ama önüne çıkan her kadını elde edebilecek olmasına rağmen artık bir kadına mahkum edilmiş, zevklerini ve eğlencelerini törpülemek zorunda kalan, ağır sayılabilecek sorumluluklar üstlenmiş profiller ortaya çıkıyor.

Akacak kan damarda durmaz demişler; durmuyor da. Bu büyük özveri isteyen eylemleri gerçekleştirecek olan genç, bir yerde patlak veriyor ve ortalık toz duman oluyor. Biz onları iyi aile babası, tam bir profosyonel, örnek bir sporcu diye nitelerken, onlar ne haltlar karıştırmış olarak çıkıyorlar karşımıza. Arkasından da hem sponsorlardan oluyorsun hem karından. Hem karizman yerle bir oluyor, hem basın tarafından alaşağı ediliyorsun, iş hayatın etkileniyor vs. Bu seferki kurban da Wayne Rooney olmuş işte. Kim olduğunun da önemi yok zaten. Ben bu ortalığa dökülen haberlerin, buzdağının görünen kısmı olduğunu düşünüyorum. İleride de bu örnekleri başka aktörleriyle görmeye devam edeceğiz.

Burada en önemli soru şu: Daha fazla para ama daha büyük sorumluluklar mı, yoksa daha az para ama daha "özgür" bir hayat mı?

Kişiye göre değişir.

Hassas kadın okurlar için dipnot: Yazar kişisi burada aldatmayı veya önüne gelen her kadına el atmayı savunmamış, sadece bir durum tespiti yapmıştır.

9 Eylül 2010 Perşembe

Radikal'e Veda

Sonunda uzun zamandır dile getirilen dedikodu gerçekleşti. Doğan grubuna ait olan iki gazete; Radikal ve Referans'ın birleştirilmesine karar verildi. Başına da Fethullah Gülen cemaatinin prenslerinden, yazar Elif Şafak'ın kocası Eyüp Can getirildi. Böylece Radikal gazetesinin yayın hayatı bana göre fiili olarak son bulmuş oldu.


Misyonu ve kendine has özellikleri olan, özgün bir gazeteydi Radikal. Aslına bakılırsa gazeteler arasında da adı gibi radikal bir yeri vardı. Boyalı medya diye adlandırılan medyadan farklı bir tarafta olması, bunun yanında Türk basınında pek dillendirilmeyen isimlere ve düşüncelere yer vermesi, resmi söylemlere görece mesafeli duruşu, basında onu ismi gibi radikal bir yere konumlandırdı. Hem haberi seçme, hem aktarma, hem de sayfa düzeni açısından bir dolu orjinallik taşıyordu sayfalarında.

Aslına bakılırsa bu gazete, benim de içinde bulunduğum kuşağın gazetesi sayılmaz. Fakat benim kuşağıma uzak da sayılmaz. Bu gazetenin öncülük ettiği yayıncılık anlayışı, şu anda birçok medya kuruluşunda gördüğümüz tarzda yayıncılığa yön verdiğinden, bizzat içinde bulunduğum yaş grubunu da doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir. Şu anda her ne konuda, alanı ne olursa olsun, dikkatimi çeken köşe yazarı, yorumcu, gazeteci varsa, geçmişine baktığımda bir şekilde Radikal'in atölyesinden geçmiş olduğunu görüyorum. Şu anda meşhur olan birçok ismin, ilk duyulduğu yerdir bu gazete. 80'li yılların başında doğmuş olanlardan, benimle hemen hemen aynı dünya görüşüne sahip olan veya en azından aynı bakış açısına sahip, bir gazeteden beklentileri benimle aynı doğrultuda olan insanlar için ise bu gazete, bir zamanlar favori olmuştur. Gazetenin yayına başlama tarihi, tam da bu nesilin üniversite yıllarına denk geldiğinden, en fazla faydasının bu kuşağa dokunduğunu düşünüyorum. Özellikle bakış açısını genişletmesi bakımından, merkez medya gazetelerine alışmış bir insanda, çok güzel etkiler yaratmış olduğu kesindir Radikal'in. Bu insanların çölde su bulmuş gibi sarıldıklarını tahmin edebiliyorum gazete ilk çıktığında. Benim gibi, o zamanlar 10-12 yaşlarında olan bir çocuk için ise, ambleminde Ecevit'in güvercinine benzeyen bir kuş olan, bir de enteresan ve akılda kalıcı reklamlara sahip bir gazeteden öte bir anlam taşımıyordu Radikal.

Biz büyüdük ve kirlendi dünya

Sonra büyüdük tabii, aklımız bazı şeylere ermeye başladı. Fakat bu sırada gazete de büyüdü. Şairin de söylediği gibi, biz nasıl ki büyüdükçe kirlendik, gazete de bizimle birlikte büyüdü ve şimdilerde anlayabildiğimiz kadarıyla büyüdükçe de kirlendi. İlk yıllarından beri onu takip eden sadık okurları ile konuştuğunuzda, gazetenin yıllar geçtikçe geçmişi arattığını söylerler. İşte ben de tam bu geçmişini arattığı yıllarda tanışabilmiştim Radikal ile. İçindekilere akıl erdirebiliyordum yavaş yavaş, bu gazetenin benim için tek ifade ettiği şey Ecevit'in güvercini değildi artık.

Her ne kadar geçmişe göre kirlense de, kalitesinden bazı zorunluluklar nedeniyle ödünler verse de, yine de boyalı basına karşı hemen farkını hissettirebiliyordu Radikal.

Hiçbir zaman yüksek tiraj sevdasına kapılmamıştı. Zaten hedef kitlesi belli idi ve de Türkiye gibi bir ülkede çok kısıtlı bir kesime hitap ettiğini bilmekteydi. Tercihini var olan tirajını daha da arttırmaktan yana değil, zaten halihazırda olan okurlarını daha da memnun edebilmekten yana seçmişti, çok da iyi etmişti. Uzun uzun makaleler, okurlarını değişik konularda aydınlatma amacı ile yapılmış yayınlar, seçici haberler, onu biraz Cumhuriyet gazetesine benzetse de, ideolojik olarak Cumhuriyet ile pek de bir alakası yoktu. Aksine, belki de karşısında sayılabilecek bir yerde duruyordu. Zaten benim bu yazıdaki amacım o taraf veya bu taraf muhabbetine girmek değil. Asıl üzerinde durmak istediğim konu Radikal'in yazılı medyaya getirdiği özgünlük, yenilik ve kalite olguları. Bunları da fazlasıyla başardı Radikal, görüşlerini beğenseniz de, beğenmeseniz de.

Radikal İKİ gibi bir eke sahipti bu gazete. Pazar eki. Şamdan'lara, Keyif'lere veya diğer gazetelerin verdiği magazin ağırlıklı pazar eklerine benzemeyen cinsten. İçeriği, üslubu tartışılabilir. Fakat uzun bir dönem, entelektüel dünyanın temel taşlarından biri olabilmiştir. Hatta Radikal İKİ hayranlığı o kadar ileri boyutlara gelmişti ki, yazısı bu ekte yayınlanan amatör yazarlar sohbet aralarında bunu övünerek ve özellikle belirtmek isterlerdi. Bunların birkaçına ben bizzat tanıklık etmiştim.

Radikal Futbol gibi bir eke sahipti bu gazete. Türkiye'de futbol medyasındaki dinozorlardan, kısır tartışmalardan bizi alıp, futbol üzerine yapılabilecek daha hoş, daha yapıcı ve daha özgün sohbetlere sokuyordu. Bugün ortalıkta fellik fellik aranan yeni nesil spor yazarları, işte bu tarzdan yetişmişti. Futbol ile sinemayı, futbol ile bilimi, futbol ile sanatı bağdaştırıyordu bu neslin spor yazarları. Bunu sevdiriyorlardı da okuyucularına. Erman Toroğlu, Ahmet Çakar tarzı kahve yorumcularının aslında ne kadar yavan ve sığ adamlar olduğunu gün gibi ortaya çıkarmıştı bu ek ve benimsediği tarz. Ulaştığı insan sayısı az olsa da, etkileri spor medyasında kökten değişikliklere yol açtı.



İsmi de Radikal'di, ekleri de radikaldi, spora, kültüre, sanata bakışı da radikaldi. Ama ne kadar radikal olursa olsun, en nihayetinde bir Aydın Doğan gazetesiydi. O eleştirdiğimiz boyalı medyanın çoğunluğunu elinde bulunduran da Aydın Doğan'dı, o boyalara karşı övdüğümüz Radikal de. Aydın Doğan medyasının kurtarılmış bölgesindeydi adeta. Bu da en büyük çelişkiydi galiba. İnsanlar bir yandan gazeteyi çok beğenerek okurken, bir yandan Doğan grubundan böyle bir gazete çıkabilmesini garipsiyorlardı. Fakat bu çelişkiye rağmen Radikal aynı çizgisini ve kalitesini devam ettirebilecek miydi? Asıl soru bu olmalıydı.



Ettiremedi tabii ki de, zaten büyüdükçe kirlenmesinin temel sebebi de bahsettiğimiz patron katıydı. Aydın Doğan'ın, sahip olduğu gazeteler üzerinde, yeri gelince nasıl ince ayarlar yaptığını, çıkarlarına göre elinde bulundurduğu medya gücünü nasıl kullandığını bilmeyenimiz yoktur. E bundan Radikal de nasibini alıyordu doğal olarak. Kendi çizgisiyle asla bağdaşmayacak isimler köşe yazarlığına başlıyor, farklı bir versiyonu olsa da sol olarak nitelendirilebilecek bir gazetede sağın çok bilindik isimleri bile köşe kapabiliyordu.

İşte bir iş adamı patrona sahip olmanın, hele de devlet ile arası sürekli iyi olması gereken bir iş adamı patrona sahip olmanın dezavantajları Radikal'i böyle vuruyordu. En sonunda da, Recep Tayyip Erdoğan'ın bir süre danışmanlığını yapmış, yandaşın önde gideni Akif Beki'yi de kadrosuna katınca, Radikal'in artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini anlamıştım. Kendini özgürlükçü sol olarak tanımlayan bir gazetede Akif Beki hangi sıfatla yazacaktı? Tamamen hükümete yaranma amaçlı bir hamle, tamamen patronun çıkarları ile ilgili bir transferdi.

İşte bu çaresizlikte bir süre daha ite kaka devam etti yayın hayatına Radikal. Ama çok iyi bilinir ki, tavizi bir kere vermeye başlarsanız, gerisi de gelir; ki geldi de zaten. Zalim artık sadece birkaç köşe yazarını değil, gazetenin tamamını istiyordu. En azından başına kendi adamlarından, yandaş bir ismin geçirilmesi şarttı.

Bunun için de bir formül bulundu. Aydın Doğan'ın ekonomi ağırlıklı yayın yapan Referans gazetesi ile, Radikal'in birleştirilmesi gibi bir yol buldular. Aydın Doğan'ın bu seferki ince ayarı da buydu işte. Başına da genel yayın yönetmeni olarak cemaatin adamlarından Eyüp Can'ı geçirme kararı aldılar. Böylece de Radikal'in idam fermanı hazırlanmış oldu. Elde avuçta kalan birkaç kaliteli yazar da, yeni yayın dönemini beklemeden istifalarını verdi. Bundan sonraki süreçte Radikal, artık maalesef radikal kalamayacak. Yakın zamanda diğer yandaş gazeteler gibi ortalamanın altında bir hale gelecek olması da muhtemeldir.

Bir misyonu vardı diyerek kendimizi avutabiliriz belki, misyonunu tamamladı ve gitti diyebiliriz Radikal için. Fakat bunun bir dayatma, hükümete boyun eğme şeklinde olması, göz göre göre, adım adım bu hallere gelinmesi, hiç şık olmadı. Okurlarını üzdü, onlarda bir mağlup olunmuş hissi uyandırdı. Histen de öte, gerçekten de mağlup olundu zaten.

Sonuçta bütün bu yaşananların ardından elde kalanlar, bir mağlubiyet hissi, biraz öfke, çokça çaresizlik ve bunların yanında da özgün haftasonu eklerinin, yenilikçi spor yazılarının, siyasete getirilen farklı yorumların kazandırdığı birikimlerdir.

Peki bu birikimler diğer olumsuz etkileri, mesela bu gelişmeler sonucunda yaşanılan çaresizliği örtmeye yetecek mi? Eğer ki elden hiçbir şey gelmiyorsa, birileri kendi çıkarları için çok değer verdiğimiz şeyleri bir anda silebiliyorsa ve biz de bunu sadece izleyerek yetiniyorsak, merak ediyorum ne işe yarıyor bu birikimler, gayretler, çabalar. Asıl sorun da galiba bu sorunun cevabında yatıyor.

5 Eylül 2010 Pazar

Alışkanlık Yapacak

Malum, US Open'in oynandığı günlerdeyiz. Saat farkı sebebiyle izleyebilmek için gecemiz gündümüze karışıyor haliyle. Ama Roger Federer de bize acımış, son iki yıldır bu özverimizi kendi elinden geldiğince ödüllendiriyor galiba. Yoksa bu iki inanılmaz vuruşun başka mantıklı bir açıklaması var mıdır?

Bu geçen sene, US Open 2009




Bu da bu sene, US Open 2010



Spiker abi de boşuna demiyor herhalde, "He does it again" diye.

Bence Fedex bu fantastik vuruşu yapmaktan vazgeçerse daha iyi olur. Yoksa her US Open zamanı geldiğinde Pavlov'un köpeği moduna geçecek olmamdan korkuyorum doğrusu.