16 Kasım 2010 Salı

Bu Bir Bayram Yazısı Değildir; Bu, İncecik Bir Veda Havasıdır


Henüz fazla büyümüş sayılmazdım, ama küçük de değildim. Az da olsa hatırlıyorum. Bir adam vardı, eline mikrofonu alıp birkaç şey söyledi. Sonra salondan yuh sesleri filan geldi, o aldırmadı, şarkısını söyledi. Salondan yuh sesleri gelmeye devam etti, o yine aldırmadı, şarkısını bitirdi ve yerine oturdu. Salondan yuh sesleri çatal-bıçak eşliğinde gelmeye devam ediyordu, o, oturduğu yerden gülümsemekle yetindi. Ama baktı olmayacak, terketti; bir daha dönmemecesine, bir daha dön-e-memecesine.

Ben henüz yaşananlara, kişilerin, kurumların ya da olayların ekseninde bakabilecek kadar bilinçli değildim. O sırada dikkatimi çeken tek şey, o çatal ya da bıçakların, o adamın ya da karısının gözüne geldiğinde canlarının çok yanacak olmasıydı. Ve buna rağmen o adamın eliyle veya başka bir yeriyle herhangi bir şekilde yüzünü kendisine fırlatılanlardan korumaması, çok garibime gitmişti. Ya gözüne gelseydi?


Sonra büyüdüm, büyüdüm. İki çatal ya da üç bıçağın o adamın gözüne gelmesinden korkmamın boşa olduğunu anladım, ama aynı zamanda o adamda daha büyük yaralara sebep olacak şeylerin olduğunu da anladım. Artık kişiler de, kurumlar da, olaylar da çok şey ifade ediyordu benim için.

O geceyi tekrar tekrar izledim. Serdar Ortaç denen ibişin, büyük bir kahramanlık örneği göstererek Ahmet Kaya'nın gözüne baka baka Onuncu Yıl Marşı okumasını izledim. Ercan Saatçi denen çakma şarkıcının, Ahmet Kaya'ya salyalar saçarak hakaretler etmesini izledim. Mahsun Kırmızıgül denen çakma yönetmenin, kalabalığa karşı durmak bir yana, onlarla birlikte hareket edişini izledim. Erdal Acar denen büyük Türk ve büyük doğa katliamcısının, nasıl da kaplan kesildiğini izledim. Salonda davetli olan birçok katılımcının, faşoluğun doruklarında gezerlerken, Onuncu Yıl Marşı eşliğinde karşı masaya çatal-bıçak sallarlarken, nasıl da orgazm olduklarını izledim. Küfrettim, küfrettim.


Sonra garsonları gördüm. Garsonlar; belki aşk acılarını, belki günde 12 saat çalışmışlıklarını, belki etnik kimlikleri yüzünden aşağılanmışlıklarını onlara unutturan, söylediği şarkılarıyla kimi zaman memleket hasretlerini, kimi zaman yürek yangınlarını, kimi zaman da tüm yorgunluklarını dindiren bu adamı korumaya çalışıyorlardı. Belki de Ahmet abilerine karşı olan vefa borçlarını ödüyorlardı o gece; üstlerine doğru gelen sivri cisimlere kendilerini siper ederek.

Sonra birkaç namuslu gazeteci gördüm; yaşanan faşoluğa karşı onurlu bir davranış göstermiş ve olası bir lince karşı Ahmet Kaya'yı çembere almış gazetecileri. Sonra Ajda Pekkan'ı gördüm, büyük Türk gençleri ağızlarından salyalar saçarak sahneyi yuhalarlarken, korkusuzca, etrafına aldırmadan Ahmet Kaya'nın şarkısına eşlik eden Ajda Pekkan'ı. Savaş Ay'ı gördüm, Ahmet Kaya'yı garsonların da yardımıyla salondan kaçırmaya çalışan Savaş Ay'ı.

Hepsini gördüm, herkes gördü. Kürtçe kaset yapacağını söyleyen Ahmet Kaya, ülkece bir lince tabi tutulmuş, ülkeden kaçmak zorunda bırakılmış, bir anlamda göz göre göre ülkeden kovulmuştu. O gün, o lanet olası ödül töreni, Ahmet Kaya için sonun başlangıcı oldu. Ahmet Kaya'nın ölümü için geriye sayım o gece başladı. 5-4-3-2-1 ve sıfır...

O sıfır noktası, işte 10 yıl önce bugündü. 16 Kasım 2000 tarihinde, Ahmet Kaya, ülkesinden uzakta, Paris'te hayata gözlerini yumdu. Peki elde ne kaldı?

11 yıl önce bir ödül töreninde, Kürtçe kaset yapacağını söylediği için ülkece linç edilen bir Ahmet Kaya kaldı elimizde. Bir de 11 yıl sonra, devletin kendi eliyle, bir anlamda s.ke s.ke açtığı TRT 6 var; hani şu 24 saat Kürtçe yayın yapan devlet kanalı. 11 yıl önce Kürtçe kaset yapmak isteyen bir sanatçıyı linç eden bir toplum, bugün ise Kürtçe bir devlet kanalı. İşte tam bir Türkiye özeti. Arada olan Ahmet Kaya'ya oldu, o ayrı.

Ne değişecek ki? O gün bir büyük sanatçısı vardı bu ülkenin, bugün ise yok. Değişen bu. Ahmet Kaya ölmüşken, isterse bütün kanallar Kürtçe yayın yapsın, bir önemi var mıdır? Bu ülkenin gelişmesi için, hep bir şeylerden ödün verilmesi, hep bir bedel ödenmesi mi gerekir? Bu seferki bedel de Ahmet Kaya mıdır? Sorular, sorular, sorular...

Ahmet Kaya öldü. Bizi, Serdar Ortaç, Ercan Saatçi gibi yavşakların sanatçı kabul edildiği, Mahsun Kırmızıgül gibi üçüncü sınıf arabeskçilerin yönetmen olarak sunulduğu, Erdal Acar gibi mafya babalarının saygın bir isim olarak zikredildiği bir ülkede yalnız bıraktı. Kendisi ise vatan haini oldu. Bu milletin kaderinde de böyle bir eşleşme varmış demek ki, ne yaparsın. Aslında ne güzel olmuş dedim kendi içimden; böyle ibişlerin vatansever kabul edildiği bir toplumda, Ahmet Kaya'nın vatan haini damgası yemesi ne de güzel olmuş. Bu damgası yüzünden gurur duydum bir kez daha Ahmet Kaya ile; tıpkı Nazım'da olduğu gibi.


Dünya çapında bir sanatçıyı, hem de bu topraklardan çıkmış dünya çapında bir sanatçıyı, yani seni, canlı canlı dinleme şansımı aldılar elimden Ahmet abi. Sen görüyorsundur şimdi buraları yukarıdan bir yerlerden, biliyorum bu bir yalancı ayrılık. Sen şarkılarınla her an bizimlesin. An gelir, Ahmet Kaya ölür, ama bıraktığı eserler onu yaşatmaya devam eder. Acılara tutunarak atlatmaya çalışıyoruz yokluğunu. Oysa güzel günler görecektik daha, çok uzakta öyle bir yer vardı ya hani, orayı bulup memleket hasretini de dindirecektik. Ama şimdi mahur besteyi, entel magandalarla ve Fosso Necdat ile birlikte dinlerken, ağlaşarak anıyoruz seni. Selamları var onların da. Sen de Bahtiyar'a selam söyle, kendine iyi baksın oralarda. Bizi unutmasın. Sen de unutma Ahmet abi, sen de unutma.



Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle...

4 yorum:

  1. Tebrikler..Duygularımıza tercüman olmuşsunuz..

    YanıtlaSil
  2. ne güzel bir yazı, teşekkürler...

    YanıtlaSil
  3. GÜLİSTAN!!!
    resmen ağladımm süper olmşş ellerinizee sağlıkkk......

    YanıtlaSil