9 Kasım 2010 Salı

Saygıyla...

Onu, içi boş kelimelerle, narası bol konuşmalarla pek çok yerde anacaklardır zaten. Bu yazı farklı bir şey yapsın; bizzat onunla birlikte yaşayanların, onunla olan anılarına yer vererek ansın onu. Böylesi daha güzel, daha anlamlı.

----------------------------------------------------------

Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

Falih Rıfkı ATAY


Atatürk'ün en sevdiği hikayelerdendi. Arada kendi anlatır, arada başkasına anlattırır, hep gülerdi:

Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormuş:
"Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?" Cevabı kendi veriyor:
"Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
"Eşekliginden."
Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.

Bir akşam Orman Çiftligi'nde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ileride 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
"Söyle çocuk: Bir eşegin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini icer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa'nın ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri.

Devletin en büyükleri...
Esas vaziyetine geçiyor:
"Rakıyı kumandanım!"
Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip:

"Aman beyler! Neden diye sormayın."

Falih Rıfkı ATAY


- "Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramayınca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:

"-Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?" diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı.
"-Maalesef Paşam! Yok... Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur. Bir şey daha söylemek isterim. Gözleri sanki sizi arar gibi..."

"-Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..."

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı.

Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Hayvanın ağzından köpükler saçılıyor, karnı acı içinde kasılıp duruyordu.

Gazi, eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

"- Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!"

Öptü onu birkaç kez.

"- Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?"

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Yağmur yağarcasına.

"- Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın..."

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti.

Oktay VEREL


Savaş zamanıdır. Atatürk bir lokantaya girer ve garson sipariş almak üzere Ata'nın yanına gelir. Fakat garsonun suratından düşen bin parça. Moralinin bozuk olduğu Atatürk'ün de dikkatini çeker. Pilav üstü kurusunu istedikten sonra, garsona neden üzgün olduğunu sorar.
- Daha ne olsun paşam, siz burda oturuyorsunuz ama düşman vatanı çoktan işgal etmiş. Bağımsızlık elden gitmekte.
Garsonun bu endişesi Atatürk'ün hoşuna gider ama, o anlık bir tepki vermez. Kendinden emin bir şekilde:
- Sen bırak şimdi bunları. Bir tabağa pilav koy, üstüne de kuruyu unutma!

Savaş biter, zafer ilan edilir. Atatürk'ün yolu bir gün yine aynı lokantaya düşer. Garsonu hemen hatırlar. Garsonun da Atatürk ile savaştan önceki diyaloğu aklındadır. Büyük bir sevgiyle ve minnetle onu karşılar. Bir yandan da önceki söylediklerinden ötürü mahcuptur. Atatürk herhangi bir şey söylemez, garsonun mahcubiyetinin de farkındadır.

- Paşam, bütün millet size minnettar. Siz çok büyük bir insansınız. Ülkemizi bize bağışladınız. Sizin her istediğinizi yapmaya hazırız.
Atatürk bu sözler dolayısıyla çok mutlu olur ama yine bozuntuya vermeden, yine kendinden emin bir şekilde, gururla:
- Sen şimdi bırak bunları. Bir tabağa pilav koy, üstüne kuruyu unutma, yanına da kompostoyu eksik etme!


Bir ağaç dibinin toprağını kabartan ve o civarda yalnız çalışan bir işçinin önünde Atatürk durdu. İşçiye o kadar yakındı ki, çapasının kalkıp inmesinden fırlayan toprakların küçük parçaları Atatürk'ün zarif ve düzgün ayakkabılarını okşuyordu. Önünde duran, karşısına dikilen bu kişiye işçi bakmadı bile. Bu vaziyette epeyce durduk ve seyrettik.
İşçi ne kendine, ne de çapasına bir an dinlenme firsatı vermiyordu.

Atatürk: Nerelisin çocuğum?
Suali işçiyi doğrulttu, çapasını yere dayattı:
- Kastamonuluyum beyim!
- Kastamonu'nun içinden misin?
- Hayır, köylüğündenim.
- Askerlik yaptın mı?
- Yapmaz olur muyum?
- Harp gördün mü?
- Sakarya muharebesinde bulundum, İzmir alındıktan birkaç ay sonra tezkere aldım.
Pehlivan yapılı Sakarya gazisinin cevabından haz ve zevk duyduğu, fakat kendisini tanıtmak istemediği için olacak Atatürk'ün işçiye son sorgusu:
- Sen güreşir misin?
oldu. Bu suale kadar ciddi bir çehre ile gözünü kırpmadan cevaplarını veren işçi gülümseyerek mütevazi bir tavır aldı ve:
- Güreşmez miyim?
dedi.

Ne yalan söyleyim; toprağı çapalarken yeri sarsan darbelerine şahit olduğum 30-35 yaşlarında, gürbüz yaradılışlı, pişkin vücutlu, yay gibi atik ve tetik bakışlı, çelik bilekli Kastamonulu ile güreşmemi Atatürk'ün teklif edeceğinden heyecana düşmüştüm. Bereket versin başını gülerek bana çeviren Atatürk gözünü kırptı ve işçiye dönerek:
- Benimle güreşir misin?
dedi.
Ben işçiye büyük muhatabını anlatabilmek imkanını ararken
Atatürk:
- Bırak çapanı, ileri gel!
emrinde bulundu. Bu emre tereddütsüz riayet eden Kastamonulu çapasını bıraktı, ilerledi ve el ense etmeye hazırlandı.

Ben seri bir hareketle işçinin arkasına geçerken Atatürk ile Kastamonulu güreşe tutuşmuşlardı. Atatürk'ü ciddiyetle, var kuvvetiyle saran ve sarsan Kastamonulu'dan kurtarmak için, Atatürk'e göstermeden ve hissettirmeden, bir çelme attım, Kastamonulu yere yıkıldı. Fakat hemen ayağa kalkan işçi mağlubiyeti saymadı. Kısa bir münakaşa oldu. Müşkül vaziyetteydim. İşçinin bir ayağımın dayandığı toprağın kaymasından dolayı yıkıldığına, yoksa benim bir müdahalem olmadığına dair teminat verdim.

Atatürk ile işçisi tekrar güreşmek üzere birbirlerinden ayrılabildiler. Kastamonulu katiyen Atatürk'ü tanımamıştı. İşçiden beş-on adım uzaklaştıktan sonra ufak bir mükafaat vermek için Atatürk'ün müsaadesini istedim.

Döndüm, Kastamonulu'ya yaklaştım. On lirayı kendisine uzatırken bu sefer işçi:
- Bu parayı bana niçin veriyorsun?
sualinde bulundu.
Koca Türk`ün sebepsiz para almayacağını hissettiğimden:
- Mintanın biraz yırtıldı da, yenisini alırsın.
cevabını verdim.
Köylü parayı almadı. Ama bir soru sordu:
- Bu adam kimdi? Hem de bana para gönderiyor. Biz bir güreş tuttuk.
- O buralarda bir tüccar.
- Yok, o buralarda bir tüccar değil, o bir tüccar gibi güreşmedi.
- Burada bir çiftlik sahibi. Öyle geçerken seninle bir el ense yapmak istedi.
- Yok, hayır. O bir çiftlik sahibi gibi güreşmedi. O başka bir adam, o, benimle başka türlü güreşti. Hile yapmadı, çelme atmadı, erkek gibi güreşti. Bana söyle, o kimdir?

Cevat Abbas GÜRER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder